31 Aralık 2013 Salı

Romantik Komedi 2



İlk 15 dakikasında her hangi bir eleştiri yazmayı düşünmediğim halde film ilerledikçe bir yazı yazmam gerektiğini düşündüm. Sık sık karşılaştığım bu filme Türk Sinemasına olan soğuk bakışımdan ötürü bu zamana kadar izlememiştim. Filmlerde ilk 15 dakika içerisinde bir merak veya gerçek bir hedef ortaya atmanız gereklidir. 15 dakika içerisinde bu hedefe ulaşamazsanız daha sonraki safhalarda monotom bir filmden daha fazlası olmaz. İnsanların sadece filmi izlemesini ve bazı duygularını hissetmesini arzuluyorsanız yaşadığınız duyguların zirvesini hesaplamanız gereklidir. Asıl konuyla alakasız sahneler filmlerde oldukça gereksiz oluyor. Bir dizi çekmiyorsunuz ortada ürettiğiniz ürün film, bu sebepten ötürü her dakikanız altın değerinde ve ortada ana hedefe ulaşmak için her saniyeyi iyi değerlendirmeniz gerekiyor.
Filmin ismi ilk başta tam bir fiyasko. “Romantik Komedi” ismine bir film mi olur? Gerçekten şu oyuncu kalitesine filmin ismi bile yakışmamış. Senaryo ise tam bir fiyasko ve filmi yabancı film statüsünde değerlendirmek gerekli.
Oyuncu kadrosunun mükemmel olmasına rağmen oyunculuk nedense çok berbattı. Bu kadar kaliteli bir kadrodan bu denli zayıf bir oyunculuk çıkması gerçekten şaşılacak bir durum. Şu klasik realist bir bakış açısı ile filmi çekmeye çalıştıkları belli.
Filmler gerçekçi olmalı fakat tamamen gerçek bir hayatın kesiti olması pek iyi bir tercih değil. Gerçek kavramını yanlış yorumlamaları yüzbinlerce yaşanmış bir olayı film yapmalarına neden olmuş. Amerikan filmlerinden kopya çekildiği veya çekilmeye çalışıldığı ne kadar da belirgindi. Hiç bir duygu kendini belirgin derecede hissettiremedi. Film içerisinde ki bir çok sahneyi yabancı filmlerde gördüğümüz benzer sahneler vardı. Aslında bu filmi yerli film kapsamında değerlendirmek pekte mantıklı gibi görünmüyor.
Aslında film ne komedi ne de romantik bir filmdi, bir konudan hedeften bile bahsetmek zor. Başrol oyuncusu Esra’nın bilmem kaçıncı sevgilisinin normal hayatta yaşanması muhtemel bir kesitini izledik. Eğer film gerçek bir hayat olsaydı Esra bilmem kaç tane daha sevgili değiştirecekti.
Sağlam bir aşk yaşayıp bir anda insan bilgilerle dolarak bir roman çıkartamaz. Aslında öyle bir dünya yok. Senarist eksikliği, yönetmen eksikliği artı olarak oyunculuk eksikliği mevcuttu. Oyuncu vardı fakat oyunculuk kesinlikle yoktu.

Bir Rüzgar Esti, Dün Geceydi

Konuyu biraz dağıtıp filmi izlememde ki asıl mesele “Romantik” olabileceğini düşünmemdi. Yoğun geçen 6 aylık iş hayatımdaki tempo son bir kaç gündür bir ara buldu. Bu durumu sevdim bir süre devam ettirmeyi düşünüyorum.
Aşk. Eğer temelde bir aşk kavramı varsa ve filminizin temel felsefesi aşk ise yanlış hesapladığınızı belirtebilirim. Nasır tutmuş o kalbinizin felsefesinde en büyük aşk şehvet dolu bir sevişmeden ibaret.
İleri dönemlerde sadece eleştiren değil üreten vasfına geçmeyi düşündüğüm sektörde arka planda gerçek ve kaliteli senaryoların üretilmesi için çalışacağım. Şimdi hedefin hangi hesap içerisinde yapıldığı ortaya konan ürünün kalitesini direk etkiliyor. Benim son 7-8 yıllık süreçte izlediğim filmlerde genel olarak para kazanmak veya film yapmak hedefleri haricinde bir hedef göremedim. Bu iş bir gün bu işi dava olarak bakan insanlar tarafından devir alınacağı günü merakla bekliyorum.
4 yıl önce ulusal bir gazetede verdiğim röportajda Türk sineması için çok umutlu olduğumu ve önümüzde ki yıllarda mükemmel filmler izleyeceğimizi tahmin ettiğimi belirtmiştim. Bugün bu durum Türk sinemasına küskünlük dercesine giden bir yere kadar beni götürdü.

Aşk Yazılmalı Satırlara, Yaşamalı Bizde Bizimle

Üretim kademesinin hangi kademesinde olunursa olunsun mutlaka hedefleri zirvede tutmak ve bu hedefe doğru gidecek adımları öğrenmek/yapmak gereklidir. Bir ayakkabı tamircisi olsaydım şu zihniyet içerisinde yer alır ve adımlarımı şu şekilde gerçekleştirirdim. 50 yıl sonra ayakkabı gelişiminde ayakkabı hangi aşamaları yaşar ve 50 yıl sonra nasıl bir halde olurdu.
Seri üretim, kalite, insan memnuniyeti, hedef gibi gerekli tüm fizibilite çalışmaları da mutlaka istenerek ulaşılabilecek şeylerdir. Şu unutulmamalıdır ki dünyanın en büyük ticareti fikirler ve projeler konusunda patent alanında yaşanıyor. Ülkemizin bu konuda muhteşem derecede geri kalması ne kadar üzücü. Her neyse konu Aşktı.
Bazen başlarken biter.

                                                                            KAYNAK:http://www.yivs.net/

FRAGMAN


Vivre sa vie (Hayatını Yaşa)

Vivre sa vie” alışıldık tarzda bir Godard ürünü değildir; biz- anlatım tarzında kaleme alınmış bir hikaye, Fransa’da açlıktan, meteliksizlikten sürünen, inatçı, direnen genç bir kadını anlatır. Ancak filmi bu yüzeyde ele almak ya da ilk bakışta göze çarpan nesnel şartlara indirgemek, aktarılan metnin yorumunu yanlış yere çekmek olacaktır. Anlatıcının fiziksel bedeni de dahil olmak üzere, anlatıyı kuşatan maddi koşullar, bütün içinde önemsiz ayrıntılar, can sıkıcı şartların temsilleri, bir tür fon olarak kalırlar. Godard sinemasının bütününün, sosyal şartları belirleyici kılan gerçekçi ya da natüralist akımın kıyısından bucağından geçmediğini biliyoruz. Tıpkı diğer filmleri gibi Godard burada da dışın karşısında “için” belirleyiciliğini öne çıkarmıştır. Dolayısıyla da sosyal, fiziksel çevre, betimlemeleriyle, “içten dışa” düzenlenen bir dünyanın aksesuarı olmaktan öteye geçmeye tenezzül etmemiştir. Film on iki kısımdan oluşmaktadır. Bu bir ara vermedir. Ara verme, bize varoluşumuzun en esas kısmına nüfuz etme olanağı tanır ve film bu esasa yakın bir yerde titreşmektedir. Bu, yaşam ve ölüm, varoluş ve yokoluş kadar temeldir. Filmin hemen her sekansında varoluşun ve yokuluşun kutupları çok hızlı bir şekilde birbirini izlemekte ve biz de bu değişimin içinde yüzmekteyiz. Yokluğu ya da varoluşun arasındaki anları deneyimlemekteyiz.





Yapım bize çoğu zaman Nana’nın (Anna Karina) varlığını, bir yerde de kendi benliğimizi sorgulatma şansı veriyor. Evet, bir şeyler var; bugün bunu yapıyorum sorumlusu benim, yarın şunu yapacağım ve tüm mesuliyet yine benim üzerimde olacak. Nana da yer yer kendini sorgularken “ben” merkezli hareket ediyor. Godard burada kıvrak zekasını kullanarak seyirciye inceden mesaj verme amacını güder. Bir şeyin varlığından bu şekilde bahsetmek, onu bilinçle eşzamanlı kılmak, hatta geçmişte olup bitmiş bile olsa onu şimdi olanın düzlemine yerleştirmektir. Eh, biz seyirci olarak bunu hemen hemen her sekansa yerleştirmeyi bildik. Nana ile filmin ortasında ben – anlatıcıyla, son ayın kirasını ödeyemediği için evine erişemediği o cılız, acımasız sahneden karşılaşıyoruz. Sinirli, asabi, sefil ve aç; dürtülerini, duygularını denetleyemeyen biri o. Tanrı’ya isyan ettiği, kendisini bir deneme tahtası olarak kullanılmış gibi gördüğü oluyor. Ne var ki bu ben –anlatıcı o fiziksel, sosyal çevrenin içinde, bütün algıları açık bir “kamera” gibi dolaşsa da bu anlatıcının bakışları aslında içe dönük. Evsiz kalışı, hayal ile gerçeği birbirine karıştırması, açlık ve cinsellik dürtülerini algılayıp onlarla bir tür hesaplaşmaya ya da “oyun oynamaya” kalkışı, umudun ve umutsuzluğun içten dışa, öznel iradeye bağlı olarak kurulup bozulması Tanrı’nın suskun göründüğü bir dünyada hissedilen yalnızlığın, çılgınlığın sınırlarına sürüklenmesi gibi onu alır götürür uzak diyarlara. Hayat durumlar toplamına ya da yan yanalığına dönüşmüştür. Bu, Kafka’nın gerçeklik karşısındaki yazar tavrını da az çok çağrıştırmaktadır. Bu durumlar içinde ilişkiler, sözcükler, davranışlar, jestler, hatta mimikler bile birer sembol, birer yüklü gösterge olup çıkarlar. Dürüstlüğün sözde kaldığı, dejenerasyonun her şeyi yuttuğu bir ortamda, durum anlatıları bizi komiğin de sınırında dolaştırır. Durum bir kapan olduğu ölçüde, yalın ironi ve saçmalık kol kola, durumun içinde tuhaf dansı yapıp dururlar. İlk bakışta bu “yalın” gerilim, gerçekten de bütün Godard karşıtlarının onun filmlerinde olduğunu söylediği zorlama, fazlasıyla ucuz bir gerilim olarak görülür. Ve eğer Nana’nın genelevde ne yapacağını kesin olarak bilmediğimizi varsayarsak, bu eleştiri karşı çıkılamaz olur. Godard, gerilimi kasten izleyiciyi yanıltma üzerine inşa ederek hile yapar. Burada bahsi geçen “gerilim” salt anlamda bir gerilim değildir. Daha çok kişinin ruhani dışavurumudur. Ancak bunun fazlasıyla yüzeysel bir okuma olduğunu akla getiren birçok nokta vardır: Anna gerçekten de genelevi düşünsel olarak sadece ziyaret etmeyi kafasına koymuştur, ama düşüncesini değiştirip, yatak odasının kapısının dışında bir an için tereddüte düşerek geri dönmeye karar verme olasılığı vardır. Ve bu düşünce değişimiyle sekans tamamen farklı bir görünüm kazanır.




Hemen her Godard yapımında denk geldiğimiz üzere bu filmde de jump cut’lar fink atmaktadır. Edebi ve siyasi göndermeler tema üzerinde bel kemiği görevini üstlenmektedir. Nana kafedeyken silahların patladığı sekans yönetmenin bize sunduğu en politik, en kısa ve öz sekanslardan biridir. Sekanslarda soyutluluk ilk görüntüde oluşturulur. Bize anlatıya ilişkin yalnızca çok sınırlı bilgi verilir. Godard kimi yerde kendi sesiyle kendi ürününün ruhuna bizzat can verir. Kimi yerde kulağımızın duyamadığına gözlerimiz şahitlik eder, kimi yerde ise bunun tam tersine nail oluruz. Godard filmlerinin çoğunda olduğu gibi bu filmi de çekerken hiçbir yazılı, hazır, edebi nitelikli bir senaryoya başvurmamış, çekimden birkaç dakika önce diyalog yazma alışkanlığıyla oyuncuların zihnini allak bullak etmiştir. Köktenci tarzıyla, tiyatro metinlerinin edebiyata ait olduğunu ve oynanmalarının söz konusu olmadığını söyleyen Godard’ın sinemanın edebiyattan yana uzak düşmediğini en çok bu ürününde gözlemleriz. Filmin kendisi, yaşamanın ya açıklanamaz ya da bir açıklama varsa bunun bilinmez olduğunda ısrarlıdır ve filmi de bu noktadan izlemeye (anlamaya) başlamak uygun görünüyor.

                                                                                                        KAYNAK:http://www.filmloverss.com

Fragmanı Burdan İzleyebilirsiniz.



Prestij (2006)

Beğenilen yönetmen Christopher Nolan’dan (“Memento,” “Batman Başlıyor”) illüzyon kumaşından örülmüş bir macera geliyor. Bu beklenmedik dönüşlerle dolu gizemli öyküde, Viktorya Devri’nde iki sahne sihirbazı, giderek şiddetlenen bir savaşa ve birbirlerinin mesleki sırlarını ortaya çıkartmak için doymaz bir susuzluğa dönüşen güçlü bir rekabete girişiyorlar. Bu iki görkemli adamın cüreti tutkuya, şovmenliği bilime ve hırsı dostluğa kırdırmalarının sonuçları tehlikeli, ölümcül ve hileli oluyor. Her şey yüzyılın başında, hızla değişen Londra’da başlıyor. Sihirbazların ünlü ve en üst mertebede idol olarak kabul edildikleri bir zamanda, iki genç sihirbaz şöhrete giden yolu çizmeye başlarlar. Gösterişli, sofistike Robert Angier (HUGH JACKMAN) tam bir şovmenken, yontulmamış ve gelenekçi Alfred Borden (CHRISTIAN BALE) sihirli fikirlerini gösterme yeteneğinden yoksun, yaratıcı bir dahidir. Birbirlerini takdir eden arkadaşlar ve ortaklar olarak yola çıkarlar. Ama en büyük numaraları ters gidince, aralarında ömür boyu sürecek bir düşmanlık başlar; ikisi de bir diğerini geçme ve altüst etme niyetindedir. Sürdürdükleri aşırı rekabet, her numarayla, her gösteriyle daha da büyür; ta ki sınır tanımayana, hatta elektriğin yeni ve inanılmaz güçlerini ve Nikola Tesla’nın bilimsel dehasını işin içine dahil edene dek...

                                                                                        KAYNAK:http://www.sinemalar.com

Fragmanı Burdan İzleyebilirsiniz.


The Wolf of Wall Street


VizyonHabercisi \ The Wolf of Wall Street
12 yaşında ucuz ve basit bir sihirbazken 16 yaşında günde 400 dolar kazanan bir dondurmacıydı. Bir sure sonra kendini Wall Street’te, borsanın kalbinde buldu. Gündüzleri dakikada milyon dolarlar kazandı. Gecelerini ise çılgın uyuşturucu ve seks partilerinde geçirdi. 23 yaşında ilk Porsche’unu aldı ve iflas etti. 170 ft yatı batırdı, Gulfstream jetini düşürdü. Hayatında en az bin fahişe ve kilolarca kokain oldu. En ünlü otellerden birini 700.000 dolar dolandırdı. O, bunları yaparken eşi ve çocukları evde onu bekliyordu. Bir zamanların “borsa kralı” sonraları kötü şöhretli biri haline geldi. Hatta federallerin aranan listesinde başı çekiyordu. Korkunç bir boşanma da bunlara tuz biber olmuştu. Güç sarhoşluğuyla gelen açgözlülüğün getirdiği bu korkunç olaylar, adeta zincirleme trafik kazası gibiydi.
Wall Street’in kurdu Jordan Belfort zaman zaman pişmanlıkla, zaman zaman da “iyi ki yapmışım!” dercesine haz duyduğu bir tarzla tüm hayatını eksiksiz ve yalansız olarak bir kitapta topladı. Usta yönetmen Martin Scorsese ise bu otobiyografiyi beyaz perdeye uyarlamak için kolları sıvadı. Belfort rolüne geçecek aktör ise tabii ki Leonardo Di Caprio oldu. Beşinci kez bu filmde birleşecek ikilinin beklenenden çok daha eğlenceli bir film ortaya koyacağı daha fragmanından belli! Ayrıca kadroda Matthew McConaughey, Jonah Hill, Jon Favreau, Spike Jonze, Kyle Chandler ve Rob Reiner gibi isimler de bulunuyor.
12 yaşında ucuz ve basit bir sihirbazken 16 yaşında günde 400 dolar kazanan bir dondurmacıydı. Bir sure sonra kendini Wall Street’te, borsanın kalbinde buldu. Gündüzleri dakikada milyon dolarlar kazandı. Gecelerini ise çılgın uyuşturucu ve seks partilerinde geçirdi. 23 yaşında ilk Porsche’unu aldı ve iflas etti. 170 ft yatı batırdı, Gulfstream jetini düşürdü. Hayatında en az bin fahişe ve kilolarca kokain oldu. En ünlü otellerden birini 700.000 dolar dolandırdı. O, bunları yaparken eşi ve çocukları evde onu bekliyordu. Bir zamanların “borsa kralı” sonraları kötü şöhretli biri haline geldi. Hatta federallerin aranan listesinde başı çekiyordu. Korkunç bir boşanma da bunlara tuz biber olmuştu. Güç sarhoşluğuyla gelen açgözlülüğün getirdiği bu korkunç olaylar, adeta zincirleme trafik kazası gibiydi.
Wall Street’in kurdu Jordan Belfort zaman zaman pişmanlıkla, zaman zaman da “iyi ki yapmışım!” dercesine haz duyduğu bir tarzla tüm hayatını eksiksiz ve yalansız olarak bir kitapta topladı. Usta yönetmen Martin Scorsese ise bu otobiyografiyi beyaz perdeye uyarlamak için kolları sıvadı. Belfort rolüne geçecek aktör ise tabii ki Leonardo Di Caprio oldu. Beşinci kez bu filmde birleşecek ikilinin beklenenden çok daha eğlenceli bir film ortaya koyacağı daha fragmanından belli! Ayrıca kadroda Matthew McConaughey, Jonah Hill, Jon Favreau, Spike Jonze, Kyle Chandler ve Rob Reiner gibi isimler de bulunuyor.
                                                                                                      KAYNAK:http://www.filmloverss.com
Fragmanı Burdan İzleyebilirsiniz.

Direniş Günlerinde Aşk

32. İstanbul Film Festivali’nde “Aşk Kokusu” adıyla gösterilen Olivier Assayas’ın son çalışması “Apres Mai / Mayıs’tan Sonra”nın en problemli yanı “Direniş Günlerinde Aşk” ismiyle vizyona girmiş olması. Filmi bu şekilde gösterime hazırlayanların, “Direniş Günlerinde Aşk” ismini Gezi Parkı Direnişi’yle film arasında doğrudan bir köprü kurmak için kullandıkları aşikar. 1971 yılında açılan Assayas’ın filminde, 1968 Mayısı’nın doğurduğu siyasi ortamda öğrenci hakları için mücadele veren bir grup liseli gencin hikayesi anlatılıyor. Özellikle Haziran ayında yazılan birçok yazıda vurgulandığı üzere Gezi Parkı Direnişi ve 1968’te Paris’te yaşanan öğrenci ayaklanmaları arasında bir bağ kurmak mümkün. Fakat sadece bu bağa dayanarak Assayas’ın filmini “Direniş Günlerinde Aşk” olarak adlandırmak, izleyenlere kitabı kapağına göre değerlendirme fırsatını vermekten başka bir şey değil bana göre. Filmi tarafsız bir biçimde irdelemeyi bırakın, izlemeyi bile imkansız kılan bu ismin yarattığı çağrışımlar sinema deneyimi açısından oldukça zorlayıcı. Çünkü hikayenin henüz daha ilk dakikalarda yersiz olduğunu bile bile, istiyorsunuz ki film, size başkalarının hikayesini değil kendi ülkenizin hikayesini anlatsın. Ancak çok kısa bir zaman içinde anlıyorsunuz ki kitabın içi kapağından çok farklı. Bu nedenle, yazının geri kalanında Olivier Assayas’ın filmini, “Aşk Kokusu” adıyla anmayı tercih edeceğim. Seyircilere izleyecekleri hikayenin 1971 yılında Paris’te geçtiğini haber veren yazılı bir bildiriyle açılan “Aşk Kokusu”nun bu vurgusu bir dönem filmi olma iddiasını beraberinde getiriyor. Böylelikle izleyenlerde Assayas’ın, geleneksel anlatım yöntemlerine başvurarak dönemin ruhunu ve siyasi ortamını tüm sahiciliğiyle gözler önüne sereceği beklentisi oluşuyor. Fakat film, bildiri dağıtımı ve eylem planı çalışmaları, sokak protestoları ve polis saldırısı görüntülerini aktüel kamera hareketleri ve hızlı geçişlerle harmanlayarak sokakların durumunu bir aksiyon filmi edasıyla on dakikada özetliyor. Beklendiğinin aksine “Aşk Kokusu”nun siyasi derinliği ne yazık ki bundan öteye gitmiyor.

Aslına bakarsanız, filmin esas amacı bu hareketli giriş bölümünün ardından karakterlerin özel hayatlarına odaklanarak hikayesini devam ettirmek. Bununla beraber, öykünün merkezinde yer alan politik lise öğrencisi Gilles’in ve yakın çevresinin iç dünyasını ve gündelik hayatını dönemin sosyal, kültürel ve siyasi ortamından bağımsız olarak gözler önüne sermek pek mümkün değil. Dolayısıyla “Aşk Kokusu,” Gilles ve arkadaşlarının lise son sınıfın yaz tatilinde hayatlarına yön verirken yaptıkları tercihleri her biri ayrı birer filme konu olacak kadar çok katmanlı farklı politik söylemlerle desteklemek zorunda kalıyor. Fakat ne yazık ki çok fazla söz söylemek isterken kakofoniye dönüşen ve giderek yüzeyselleşen bu politik duruş, ne karakterlerin ne de hikayenin gelişimini yeterince besleyemiyor.
1955 doğumlu Fransız yönetmen Olivier Assayas’ın kendi gençlik yıllarından izler taşıdığı söylenen “Aşk Kokusu”nda, varlığını her daim hissettiren kamera ve kurgu tekniğinin de izleyenleri bir hayli zorladığını söylemek mümkün. Seyredenleri karakterlerin duygu ve düşünce dünyasından neredeyse bilinçli olarak uzak tutan bu tercih, oyuncuların mesafeli performanslarının da katkısıyla seyredenlerle öykü arasına bir duvar örüyor sanki. İlk kez bu filmle kamera karşısına geçen Gilles rolündeki Clément Métayer’ın kendisini kameraya bakmaktan zor alıkoyuyormuş gibi duran performansı ise izleyenlerin hikayenin içine girmelerini daha da güçleştiriyor.
Assayas’ın gençlik anılarını tam da hafızasında kaldığı şekilde parça parça bir araya getirerek, bazı sayfaları eksik bir günlük gibi kurguladığı hissini veren “Aşk Kokusu,” bir anlamda yönetmenin lise yıllarındaki arkadaş çevresiyle ayrı yollara gitmesinin öyküsü. Politik tercihlerin ve yaşam mücadelesinin bir dönemin gençliğini nasıl farklı şekilde yönlendirdiğini vurgulamayı amaçlayan film, teorik olarak manidar bir anlatıma imza atmış olsa da seyircilerle arasında arzu edilen gönül bağını kuramayan bir yapım ne yazık ki. Arzu edilen gönül bağını kuramıyor derken, filme verilen “Direniş Günlerinde Aşk” adının da bu gönül bağına fazlaca anlam yüklememize neden olduğunu ve “Aşk Kokusu”nun mesafeli anlatımına mesafe kattığını unutmamakta yarar var.

                       
                                                                                                      KAYNAK:http://www.beyazperde.com

Fragmanı Burdan İzleyebilirsiniz.



Bu İşte Bir Yalnızlık Var

2013 yılını geride bırakmaya hazırlandığımız şu günlerde senenin iyi yerli filmlerini listelemeye çalıştığımız zaman çift haneli rakamlara çıkabilmek için oldukça zorlanıyoruz. Gelin görün ki senenin kötü yerli yapımları için bir liste yapmak ise çok daha zor, çünkü listeye eklenecek o kadar çok film var ki listeyi daraltmakta zorlanıyorsunuz. Tüm bunlara ek olarak bir de 2013’ün takviminde yer alabilmek adına Aralık ayında rekor sayıda yerli film bir anda vizyon şansı bulunca bu liste çok daha kabardı. Bu kalabalık Aralık takvimin ikinci haftasında Hobbit’in karşısına çıkmaya cesaret eden tek filmse Hakan “Ketche” Kırvavaç’ın yönettiği, senaryosunu sinema yazarı Burak Göral’ın yazdığı Bu İşte Bir Yalnızlık Var oldu.
Bu İşte Bir Yalnızlık Var, yerli romantik komedilerin “komik” olma çalışmaları adı altında düştükleri birçok hatadan uzak duran ve türü sevenleri memnun edebilmek için elindeki tüm kozları pozitif şekilde kullanmayı başaran ender yapımlardan biri olmuş. Neleri doğru yaptığından bahsedecek olursak, bir kere seyircisini en başından yakalamayı başarıyor. Hikayeyi klasik çift taraflı kavuşamayan aşıklar olarak değil, tek bir karakterin üzerinden imkansız aşk olarak sunuyor ki seyirci film boyunca bir yandan kavuşmalarını isterken diğer yandan da olağan akışına kapılıp gidiyor. Ve en önemlisi başta da belirttiğim üzere film komik olmak veya ağlatmak için ekstra bir çaba göstermiyor; aksine gelişen olaylar karşısında seyirci kendisini filmin içindeki karakterlerle özdeşleştirip, onlarla gülüp, onlarla üzülebiliyor.

“Romantik Komedi” ve çektiği reklam filmleriyle tanıdığımız Ketche’nin yönetmenlik tarzının Hollywoodvari olduğunu söylemek gerek. Özellikle reklamcılıktan geliyor olması bu filmde de kendini oldukça belli ediyor dersem hafif kalır, çünkü film kimi zaman sadece “reklam” havasında geçiyor. Filmin az önce bahsettiğim artılarının yanında bir operatör firmasının reklamının bu kadar sık yapılması ne yalan söyleyeyim arada filmden sıkılmama sebep oldu. Oysa yukarıda da belirttiğim gibi seyircinin kendisini filmin içinde hissedebileceği bir senaryo ve yönetmenlik başarısı varken araya katılan subliminal mesajları da sayarsak neredeyse tüm filmin bir reklam kampanyasına dönüşmüş olması senenin en iyileri arasına girebilecek filmin elindeki fırsatı tepmesi anlamı taşıyor. Lakin, olumlu ve olumsuz yanlarını sayarken Türkiye’nin önde gelen iki başarılı oyuncusunun bu denli kötü birer performans sergilemiş olmalarının da şaşırtıcı olduğunu söylemeliyim. Özellikle ilk 30 dakika Özgü Namal ve Engin Altan Düzyatan’ın performanslarına alışmak bir hayli zorlayıcı olabiliyor.
Artıları ve eksilerinin yarı yarıya olduğu Bu İşte Bir Yalnızlık Var yine de birçok çöp filmin arasında bulunmaz Hint kumaşı. Şarkı seçimlerinin de bir hayli başarılı olduğu film, tüm eksilerine rağmen vizyonda seyredilmeyi hak eden ender romantik komedilerden.
                                                                                           KAYNAK: www.filmloverss.com
Fragmanı burdan izleyebilirsiniz.