8 Ocak 2014 Çarşamba

Oldboy (Oldeuboi-2003) İhtiyar Delikanlı

“Biz birbirimizi her şeyi bilerek sevdik.. Siz aynısını yapabilir misiniz? “ Bu filmi hem çok sevecek, hem de nefret edeceksiniz!
Benim için her şey yaklaşık bir ay önce şu an yaşadığım eve taşındığımdan beri bir türlü koyacak yer bulamadığım için dokunmadığım kutuları temizleme kararı almamla başladı. O kutulardan birinde Mayıs 2008 tarihli bir Empire dergisi buldum. Üzerinde kocaman ” Dünya Sinema Turu: Bu ay Güney Kore” yazılıydı. O zamanlar hiç ilgimi çekmemiş olan bu başlık şimdilerde Güney Kore kültürüne olan ilgim sebebiyle hemen heyecanlanmama sebep oldu. Bir sürü filmden sözedilmesine rağmen dikkatimi en çok iki film çekti. Biri Yeopgijeogin Geunyeo diğeriyse dergide unutulmaz kere olarak bir sahnesinin fotoğrafı koyulmuş ve bu sebeple meraklanmama neden olmuş olan İhityar Delikanlı. ( O sahnenin hakikaten benim için de unutulmaz olacağını tahmin bile edemedim. )
İki gün önce filmi izledim ve şu zamana kadar nasıl yazacağım hakkında kara kara düşündüm. Çünkü ne yazsam yetersiz olacaktı ya da yeterli bir yazı yazmaya yaklaşmak istersem de bol bol spoiler vermek zorunda kalacaktım. Seçeneklerim arasında yazmamak yoktu çünkü bu film kesinlikle izlenmeli. Bir kişi bile tesadüf eseri yazımı okuyup bu filmi merak ederse benim için ve izleyen için kardır. Bu yüzden yaklaşık beş saat boyunca bilgisayarımın başına kitlenip, filmin müziklerini dinleyerek, zaman zaman geri dönüp bazı sahnelerini bir daha bir daha ve bir daha izleyerek (Mazoşist miyim ben? ), bolca araştırma ve hakkında bir sürü yazı okuyup, bir türlü sıraya ve düzene sokamadığım notlar tutup, hala nasıl ilerleyeceği konusunda bir fikrimin olmadığı yazımı yazmaya başlamış bulunmaktayım. Karar vermek ve yazmak zor olsa da FİLMİ İZLEMEMİŞ OLANLAR İÇİN YAZININ GERİ KALANININ OKUNMAMASINI TAVSİYE EDİYORUM. BOL MİKTARDA SPOILER İÇERİR. Üzgünüm ama en azından benim için İhtiyar Delikanlı hakkına yazmanın başka bir yolu yok. Zaten filmi izlerseniz eğer film hakkında bir şey bilmeden izlemenin ne kadar doğru bir karar olduğunu anlayacak ve bana hak vereceksiniz. Ben izlemedim ama yinede okuyacağım diyorsanız eğer buyurun, okuyun. Filmin tadı kaçacak sanmayın ve yine de izleyin.
Oh Dae Su ( Min Sik Choi) evli ve bir kızı olan, alkolle başı birazcık dertte olan bir adamdır. Kızının doğum gününde alkollu olarak bir kavgaya karıştığı için karakola düşer. Yakın arkadaşı Joo Hwan No ( Dae Han Ji) onu karakoldan çıkartır ve Dae Su’nun ailesini haberdar etmek için onları bir telefon kulübesinden arar. Bu sırada Dae Su ardında kızına aldığı hediyeyi bırakarak ortadan kaybolur. Dae Su kaçırılmış ve stuido dairelere benzeyen bir hücre içerisine habsedilmiştir. Hücresinde tuvalet, yatak, masa ve televizyon vardır. Başlarda neden hapsedildiğini ve ne zaman bırakılacağını bilmediği için sürekli direnen Dae Su bir çok kez kendini öldürmeyi denesede hep onu hapseden kişiler tarafından kurtuarılmıştır. Kapalı kaldığı süre boyunda ruhsal sağlığını koruması için sürekli içeceklerine ilaç koyulur ve hipnotiz edilerek ve gazlar yardımıyla kontrol edilir.Direnmenin işe yaramadığını anlar ve sonunda kendini bırakmaktan başka çare bulamaz. İsyan etmeyi bırakıp günlerini televizyon izleyerek ve bu güne kadar yaptığı kötülükleri yazarak geçirmeye başlar. Bir gün haberlerde kendi adını ve karısının adını duyar. Haberlere göre Dae Su karısını öldürmüştür. O hücrede geçirdiği her yıl için eline bir çentik atan Dae Su hipnoz edilerek serbest bırakıldığı zaman elinde tam on beş tane çentik vardır. Karısını öldürdüğü sanıldığı ve hapsedildiği için yakalanamamış olan Dae Su serbest bırakıldıktan sonra polislere gidemez. Ancak cevabını almak istediği bir sürü soru vardır. Onu hapseden kimdir ve neden hapsedilmiştir?
Cevaplarını aradığı sırada Mido ( Hye Jeong Kang ) adında bir kadınla tanışır ve birbirlerine aşık olurlar,Dea Su Mido’nun yanında yaşamaya başlar. Mido, Dae Su’ya hem intikamını hem de sorularının cevaplarını almada yardım edeceğini söyler. Dae Su Mido’nun ve en yakın arkadaşı  Hwan No’nun da yardımlarıyla  onu hapseden adamın izini  bulur. Hemde çok yakınında, Mido’nın dairesinin tam karşısında… Oraya gittiğinde kendine Evergreen adını takan ve onu hapseden adamı karşısında bulan Dae Su, kendini bir oyunun içinde bulur. Evergreen’in dediğine göre neden sorusunun cevabını bulamayacaktır, eğer bulursa Evergreen kendini öldürecektir ve Mido’ya dokunmayacaktır. Dae Su, Mido’nun adını duyar duymaz adama saldırsa da intikam için mi yoksa cevaplar için mi yaşıyorsun sorusuyla kendine gelir. İnternetten Evergreen adını araştırıp  Hwan No’yla beraber okudukları ama Dae Su’nun daha sonra başka bir okula transfer edildiği liselerine ulaşırlar. Oraya giderek aynı dönemde okuduğu herkesin fotoğrafına bakarak Evergreen’in asıl adının Lee Woo Jin (Ji Tae Yu) olduğunu ve Lee soo Ah  ( Jin Seo Yun) adlı bir kız kardeşi olduğunu ancak kız kardeşinin Dae Su okuldan ayrıldıktan sonra hamile olduğuna dair çıkan dedikodulara dayanamayıp, intihar ettiğini öğrenir. Okulun bahçesine dolanır ve işte o zaman bazı anıları hatırlamaya başlar. Dae Su daha önce Woo Jin’in kardeşiyle okuldan ayrılacağı gün tanışmıştır. Tanıştıkları andan kısa bir süre sonra hiç bir şey demeden yanından giden kızı merak edip takip ( Filmdeki muhteşem flashback) etmiş ve görmemesi gereken bir şey görmüştür. Soo Ah abisi Woo Jin’le sevişmektedir. Bunu arkadaşı Hwan No’ya söylemesiyle bu olay bütün okul tarafından öğrenilmiş ve kız da dayanamayıp intihar etmiştir. Artık sebebi öğrendiğine göre Woo Jin’in dediği gibi kendini öldürmesi gerekmektedir. Ancak işler Dae Su’nun beklediği gibi gitmeyecektir.
İhityar Delikanlı  herkese hitap eden bir film olmamasına rağmen kesinlikle ve kesinlikle herkesin izlemesi gereken bir film. Kan, vahşet, şiddet midenizi zorlasa da tek bir sahneyi çıkarttığınız anda iskambil kağıdından yapılmış bir kulenin ortasından bir kağıt çekmişiniz gibi yıkılacaktır film. Her şey yerli yerinde ve dozunda. Ne kullanılan çıplaklık gereksiz ne de o muhteşem sevişme sahnesi, ne o işkenceler ne de kan. Empati düzeyi yüksek biri olarak, izlediğim zaman kendimi hem karakterlerin yerine koymaktan pişman olduğum hem de bundan kendimi alamadığım, hiç biri olmak istemeyeceğim ama o yaşamak istemeyeceğim anların mazoşistçe ve sadistçe hoşuma gitmesiyle beni allak bullak eden ve bitti derken başlayan bir yapım. Bitti derken başlayan çünkü etkisinin günlerce, haftalarca hatta şahsen yıllarca geçmeyeceğinden eminim. İçinize, ruhunuza işliyor.Bu filmde Hollywood yapımlarında olduğu gibi iyi ve kötü açık ve net değil.Kim haklı kim haksız diye düşünerek kendinizi paralayacak ve herkesin haklı ve kimsenin haklı olmadığı gerçeğiyle gönlünüzdeki haklıyı inkar edemeyip, işte hayat diyeceksiniz. Woo Jin ‘in Dae Su ‘ ya dediği gibi ” Daha büyük bir hücrede yaşamak nasıl?”
Değinmeden geçemeyeceğim bir kaç sahne var ki filmin özetini yazarken bahseder gibi yapmıştım. İlk sahne İhtiyar Delikanlı denildiğinde belki de akla ilk gelen sahnedir. Ahtopot sahnesi. Çekimler sırasında tam dört tane ahtopot yemiş Min Sik Choi. Üstelik bir Budist olmasına rağmen. Her ahtopot için ayrı ayrı dua etmiş ve inancı gereği onlardan özür dilemiş. Bu arada Güney Kore’de yenen bir yemek evet ama bir çok kişi ahtopot yerken vantuzlarının boğazlarına yapışması sebebiyle hayatını kaybedebiliyor. Budist olduğu için daha önce hiç yemediğini düşünüp tecrübesi olmadığını da hesaba katarsak oyuncu gerçekten büyük bir tehlikeye atmış kendini bu film için.
Bahsetmek istediğim diğer bir sahne Dae Su’nun hapsedildiği yere gittiği zaman ki o muhteşem dövüş sahnesi. Üç gün boyunca tekrar tekrar çekilmiş bir sahne. Hiç bir şekilde montajlanmadan direk koyulmuş filme. Dört dakikalık bir dövüş sahnesi tek çekim, dublörsüz… Üstelik gerçekçi. Pes!
Diğer bir sahne, Dae Su ‘nun eski okulunda anılarını hatırlamaya çalışıp kendi gençliğini takip ettiği o muhteşem flashback sahnesi. O nasıl bir zeka, nasıl bir çekimdir akıl sır erdiremedim. Kesinlikle olağanüstü.
Bir başka sahne Dae Su’nun dilini kestiği sahne. Herhalde filmin en can alıcı sahnesi burası. Hemen öncesindeki yalvarmadaki süper oyunculuk – ki çoğunluğu doğaçlamaymış,aynı filmin başındaki karakol sahnesinin çoğu gibi- ve akabinde Woo Jin ‘in Soo Ah’ı benim aletim değil senin dilin hamile bıraktı demesine gönderme olarak Dae Su’nun kendi dilini kesmesi söylenecek söz bırakmıyor insanda.
Aynı sahnenin devamında hem Dae Su’da hem de seyircilerde yok artık tepkisine sebep olan ve yıkımın doruk noktası diyebileceğimiz sahne. Dae Su’nun Woo Jin’i öldüreceğini sandığı tuşa basıp Mido’yla sevişmelerinin ses kaydını duyması. ( Eğer spoiler umurumda değil diyip okumaya devam edenlerdenseniz bu cümle sizin için bir şey ifade etmeyecektir. Yani hala en alıcı noktayı söylemedim, söylemeyeceğim. )
Ve tabi ki yazımın başında bahsettiğim unutulmaz kare…Woo Jin’in flashback’ini asansördeki intiharına bağlayan akıllara zarar sahne. Hem geçişteki zeka ve kusursuzluk hem de bu güne kadar izlediğimiz bütün kafaya mermi sıkmaların yalan olduğu gerçeklikteki intihar. Bu sahne hakkında kötü tek bir söz bile söylenemez. İmkansız!
Ayrıca yönetmen Chan Wook Park felsefe mezunu. Acaba öyle olmasaydı şu an hem bu filmi izlediğim için kendimle gurur duyuyor hem de pişman oluyor olabilir miydim? (Herkes kendi işini yapsın gibi bir cümle daha kurmayacağım bir daha.) Ayrıca Quentin Tarantino yönetmen Chan Wook Park’ın çok büyük bir hayranı ve İhityar Delikanlı Tarantino’nun jüri başkanlığı yaptığı Cannes Film Festivali’nde Juri özel ödülü olan Grand Prix’i aldı. (Hayranlarından özür dilerim,  Tarantino biraz Chan Wook Park ‘dan bir şeyler öğrense tadından yenmez ama eline su dökemiyor şu durumda. )
Kısaca film için şöyle diyebilirim: İntikam almak isteyen birinin aslında ne kadar büyük bir intikamın kurbanı olduğu gibi enteresan sonuç çıkarılabilecek, kötülüğün zekaya ihtiyaç duymasına en güzel örnek.
                                                                                                KAYNAK:http://www.sinemakulubu.com/

The Matrix (1999)

Simülasyon filmlerinin en büyük temsilcilerinden olan Ghost in The Shell (Kabuktaki Hayalet) animesinin çıkmasıyla, 1982 yapımı Tron filminin getirdiği simülasyon türü büyük bir şekil almıştı. Artık türün belli başlı kültleri 90′ların sonuna doğru yaptıkları filmlere felsefeyi ve fazlasıyla üst düzey kurguyu da ekleyeceklerdi. Alex Proyas’ın ünlü bilim-kurgu yazarı Philip K. Dick’ten esinlenerek (ki bu bahsi geçen esinlenmeyi nedense hiçbir makalede göremeyiz) yarattığı distopik simülasyon filmi Dark City, artık çoğu sinefilin kafasında bazı olguları oluşturmuştu. Ve kanımca sinema tarihinin en muhteşem yılı olarak gördüğüm 1999 yılında Hollywood’un görüp görebileceği en yaratıcı beyinler olan Wachowski kardeşler, Matrix efsanesinin ilk ayağını yaratıp o yıl içinde büyük sükse yapmış ve fazlasıyla hayranlık uyandırmıştı. Hatta çoğu kişi için tüm zamanların en iyi bilim-kurgu başyapıtı oluvermiş, kısa süre içinde kült statüsüne ulaşmıştı. The Matrix’in belki de bugünlere kadar orijinal yapısını bozmayıp hala bilim-kurgunun tek lideri olarak gelmesinin en büyük nedenlerinden birisi de, kimsenin türe eklemeye cesaret edemediği felsefi temayı kusursuz bir biçimde adapte edip insan beynine sürekli sorgulamalar yaptırması olabilir.
Ufak bir doksanlar derlemesiyle Matrix’e giriş yapmak isterim artık. Hakkında, bırakın uzun makaleleri kitaplar yazılmış bir efsane olan bu üçlemenin ilk ayağı, çoğu kişi için serinin en güçlü ve en ayakta durabilen halkası konumunda. Matrix’in; bir simülasyon dünyasında yaşayan, boş zamanlarında hackerlık, iş hayatında başarılı bir yazılımcı Thomas Anderson’un (Neo) seçilmişlik öyküsünü ve Matrix’ten kurtulduktan sonra gerçek yaşamda insanlığın kalan tek şehri Zion’u kurtarma serüvenini anlattığını artık uçan kuş bile biliyor, daha doğrusu bunun ötesinde bir efsaneyi anlattığını biliyor, uzun uzun anlatmama gerek yok.
Bir yandan girdiği ve normal olarak yabancı kaldığı bu “gerçek” dünyada, seçilmiş olmanın getirdiği yükümlülüklerden zerre haberi olmayan, hatta bunu sürekli kendisine yalan söyleyerek geçiştiren bir kurtarıcı aslında Neo. Hiçbir zaman ciğerlerine havayı yerleştirememiş, hiçbir zaman gerçek dünyanın bilimum nesnesini gerçek anlamda görememiş, kısacası hiçbir zaman yaşamamış birisi. Morpheus’un ona hapları sunduğundaki soğukkanlılığı; belki de içgüdüsü, belki de seçilmişliğin getirdiği yüksek derecedeki erdemi, belki de insanlığın hiçbir zaman kurtulamayacağı merak duygusu. Yaşadığı dünyanın kendi dünyası olmadığını en çabuk biçimde kavrayıp asıl korktuğu, seçilmişliğin getirdiği inanılmaz yükümlülüğü her an düşünen Neo, kuvvetle ihtimal bu yüzden kendisine bu sıfatı yakıştıramıyor. Kahin’in yanına giderken bile sürekli içinde bulunan seçilmişlik korkusunu kendisine sürekli söylemeye çalıştığı anlamsız telkinlerle kapatmaya çalışan, başlarda inançsız bir simülasyondan ibaret. Ta ki, duymak istediklerini dolaylı yoldan anlayarak ve uygulayarak başarıya ulaşana kadar. İşte tam o evreye kadar Thomas Anderson’un Neo olduğunu kimse söyleyemez.
The Matrix’in yıllar yılı süregelen bu denli gizemli ve felsefi diyaloglarla süslü artistik yapısı, içinde bulundurduğu sayısız dini ve politik gönderme ile şekil aldığını söylesem herhalde yanılmış olmam. Makinelerin sanal ve gerçek dünya üzerinde kurduğu bariz diktatörlüğe, Neo’nun doğumunun ve ölümünün üstü kapalı dini ritüel gibi simgelenmesine, inanç – kader gibi güçlü alt metinlere ev sahipliği yapacak temaları derinlemesine kullanmasına dikkat çekmek isterim. Bu ilk filmin devasa hazırlık ve kurgu aşamasının gelecek filmlerde insanların anlayacakları seviyenin ötesinde seslenmesinden dolayı serinin bir bütün olarak kült adıyla lanse edilememesi, devam filmlerinin kısa bir süre içinde gişe için yapıldığı sakızı her türden seyircinin ağzında dolaşmaya başladı. Ama hiçbir zaman da Wachowski’lerin anlattığı bu uzun öyküye zerre zarar veremedi, hatta bu çamur atanlar için Animatrix çıkarıldı 2003 yılında, es kaza anlarlar diye.
Teknik anlamda olağanüstü kamera açılarını ve daha önce kullanılmamış aksiyon koreografilerini sinemaya kazandıran The Matrix, çıktığı yıldan bu yana fazlasıyla tiye alındı, fazlasıyla göndermelere maruz kaldı ve en acısı da fazlasıyla eleştirildi. Yine çıktığı yıl geniş bir eleştirmen kitlesi tarafından anlaşılmayan bu başyapıt, Oscar’larda sadece teknik dallarda (her bilim-kurgu filmine yapıldığı gibi) onore edildi ve bileti kesildi. Tabi hiçbir şey olağanüstü senaryosuna, kurgusuna, set tasarımına, görselliğine, müziklerine, sesine, kamerasına, yönetmenliğine zarar veremedi. Vizyon kardeşleri American Beauty, Fight Club, The Green Mile, The Sixth Sense, Magnolia ile o yılı sinemanın en muhteşem yılı ilan eden Matrix, bilim-kurgu sinemasına büyük bir çıta koydu ve kimse inanmak istemese de son iki filmiyle kendi koyduğu çıtayı darmaduman edip çıta mıta bırakmadı. Uzun süre dillerden düşmedi, sinema muhabbetlerinde en çok konuşulan filmlerden oldu, bırakın Hollywood’u dünya sinema tarihine kendi ismini çarçabuk yerleştiriverdi.
Hakkında en ufak bir negatif eleştiri dahi düşünemediğim Matrix efsanesinin ilk ayağı, aksiyon bilim-kurgu türünün harmanlanmasındaki en büyük örneklerden birisi, bunun da ötesinde felsefik bir başyapıt. Keanu Reeves ve Carrie Ann-Moss’un itici oyunlarının yanında Laurence Fishburne ve Hugo Weaving’in kurtarıcı niteliğindeki performansları, filmin oyuncu ayağındaki eksileri nötrlüyor. Çoğu oyuncusunu bu film ile dosta düşmana duyuran film, yaratıcı kadrosunun önceki başyapıtı Bound’u kısa sürede yeni jenerasyona unutturuveriyor ne yazık ki. Meraklı olan, pür dikkat film izlemeyi kendine ilke edinmiş ve bilim-kurgu sinemasına gönül vermiş izleyenler için şölen olan Matrix, büyük bir çoğunluk tarafından öyle ya da böyle izlenmiş ve unutulmamış bir eser. Ne ironiktir ki, ertesi yıl kelli felli ödül törenleri yerine ergenlerin egemenliğindeki MTV ödül töreninde ödüle boğulup hakkı alakasız bir yerde verilmiş. Sonuç olarak çoğu kişinin başucu filminden öte bir yere yerleşen bu efsaneyi bir kez daha izlemek boynunuzun borcu olsun !
                                                                                                           KAYNAK:http://www.sinemakulubu.com

Bananas (1971) Zorla Kahraman

Fielding Mellish (Woody Allen), New Yorklu Yahudi bir kalite kontrol işçisidir. Nevrotik davranışlı Fielding, kadınlar konusunda şansız görünür. San Marcos isimli Latin Amerika ülkesinde meydana gelen diktatörlük devrimine karşı imza toplayan aktivist Nancy’ye (Loiuse Lasser) aşık olur. Nancy, Fielding’ten ayrılır ve Fielding de onunla planlamış olduğu San Marcos’a gitme fikrini tek başına uygulamaya koyar. Gittiği bu ülkede kendini isyancıların bir üyesi olarak bulur ve karşı devrimle San Marcos’un devlet başkanı olur. Amerika’ya bu sıfatla döner fakat FBI tarafından tutuklanır ve yargılanır.
Film, sosyal düzende medyanın yerine ve topluma yapılan manipülasyonlara bir eleştiri niteliğindedir. Medyanın vurdumduymaz tavırla her yerden haber çıkarabilme, insanların özel hayatlarına kadar girebilme özelliğinin Woody Allen tarafından irdelenişi, filmde trajikomik olaylarla sağlanmaktadır. Açılış sekansında verilen San Marcos Devlet Başkanı’nın suikasti ve muhabirin umursamaz tavırlarla izdihamı aşıp başkanın cesedinin yanına gitmesiyle ona şans dilemesi medyanın yoz haberciliğine yapılan bir gönderme olmaktadır. Filmin kapanış sekansındaki Fielding ve Nancy’nin gerdek gecesinin televizyondan naklen yayınlanarak halka sunulması da yine medyanın özel hayat olan saygısızlığının göstergesidir. Bugün televizyon kanallarında haber olarak sunulan çoğu olayın ve magazin haberciliğinin anlamsızlığı ile 1971 yapımı Zorla Kahraman’ın sunduğu medya tipi arasındaki benzerlik yol alamamışlığın bir işareti olarak da toplumsal bir eleştiri halinde ortaya konulabilir.
Hayatta hep kaybeden biri olan Mellish, San Marcos’a gitmesiyle ülkenin diktatör devlet başkanının oyununa gelir. Yemeğe davet edilir. Devlet başkanıyla yemek yeme fikri Mellish’te heyecan yaratır. Diktatör rejimine karşı yapılan kritikte, zehirli yemeği yemesine rağmen ölmeyen diktatör ve enstrumansız klasik müzik çalıyormuş taklidi yapan müzisyenler bu tip rejimlerin bitmek bilmeyen ömrü ve sanata olan sözde destekleri Allen zekasıyla canlandırılmaktadır. Yemek bitiminde hesabı Mellish’in Bank of America kartıyla ödemek zorunda kalması, diktatörlük ve diğer baskıcı rejimlere yapılan emperyalist desteğin bir yorumudur. Diktatörün oyunundan kurtulan Mellish, bu sefer de isyancıların içine düşer ve onlara katılır. İsyancılarla birilikte devrimi gerçekleştirir. Devrim sahnesinde merdivelerden aşağı doğru inen çocuk arabası görüntüsüyle Potemkin Zırhlısı’na yapılan gönderme, halk iktidarının kurulacağı yönündeki umudu temsil eder. Ancak isyancıların lideri de başkanlık koltuğuna oturmasıyla gücün etkisi altında kalır ve o da diktatörleşir. İsyancı grubun talebiyle Mellish, devlet başkanı olur. Trajikomik olayların birbirini izlemesiyle kaybedenlerden olan Mellish, Latin Amerika’da bir ülkenin başkanıdır artık. Ancak ülkenin finansal krizi doğrultusunda paraya ihtiyaçları artar. Amerika bu ülkeyi komünist, Rusya ise kapitalist kabul eder. Her iki taraf da diğerinin ajanlarının yaptırdığı bir devrim olduğunu düşünmektedir. Bugün  de devrim olan Arap ülkelerine bakıldığında devrimlerin güç sahibi ülkelerin siyasi hareketleri desteklemesiyle olduğu görülür. Woody Allen, bu politik müdahaleleri 1971’de filminde eleştirerek hala güncel olan bir siyaseti vurgulamıştır.
Amerika’ya San Marcos Devlet Başkanı sıfatıyla giden Mellish, burada FBI tarafından Amerikan Hükümeti’ni yıkma girişimi suçlamasıyla tutuklanır. Polis devleti ve yargının bağımsızlığının kaybolmasına yönelik ağır eleştiriler içeren film, Mellish’in mahkemede asılsız suçlamalarla karşılaşmasıyla adaletsiz bir dünya düzeninden söz eder. Mellish, mahkeme başında, savaş suçlarından tutuklanan diğer tüm diktatörler gibi mahkemeyi tanımadığını belirtir ancak sebebi juride bir eşcinsel üyenin bulunmamasıdır. Juri, toplumun bir yansımasıysa her kesimden temsil hakkı bulunmalıdır. Hakim, itirazı reddeder çünkü juri Mellish’in istediği gibidir. Mahkeme boyunca sürekli iftiralara uğrayan Mellish, mahkemeyi ciddiye almaz ve hakim elini kolunu sandalyeye bağlatıp ağzını kapattırır. Bu, tarafsızlığını kaybetmiş yargı ve güven vermeyen bir adalet sisteminde suçsuzluğunu savunmanın imkansızlığının bir canlandırmasıdır. Diğer ülkelerin yönetim şeklinin baskıcı ve totaliter olduğunu ileri süren ülkelerin, aslında kendilerindeki baskıcı yönetim ve adalet eksikliğinin, kaybolan yargı bağımsızlığının kritiği film aracılığıyla bugünün hükümetlerine de yapılır.
Kadın erkek ilişkilerine de dikkat çeken eser, ilişkilerdeki anlamsız ayrılıkları da anlatır. Mellish’le aşk yaşayan Nancy, bir gün birden bire ondan ayrılır. Sebep ise belirsizdir. Bir şeyler eksik. Günlük hayatla birebir olarak sunulan bu davranışlar, her zaman sebebi tam olarak anlaşılamayan ayrılıklara yapılan bir göndermedir. Ayrılan kişinin bıraktığı kişi için en doğrusunu istemesi, onu üzmek istemez gibi yalanları, Woody Allen tarzıyla seyirciyle aktarılır. Bir kişi bir gün durduk yere sizi sevmeyi aniden bırakabilir. Filme göre bunun bir anlamı yoktur çünkü hayata göre de anlamsızdır. Nancy ise filmin sonunda Mellish’e geri döner. Günlük hayatta yaşananların bir eleştirisidir, bu. Bırakıp gidenler bir gün geri döner.
Komedi türünde, kendi zaman çizgisinden çıkarak tüm zamanların hükümetlerine, medyasına ve toplumuna yapılan bir eleştiri olarak Zorla Kahraman, sosyolojik olarak iyi bir sanat eseri özelliğine sahip ve görülmeye değer. Woody Allen fenomeninin sinematografisi hemen hemen tüm sinemacıları neden etkilediği filmden de anlaşılabilir.

                                                                                               KAYNAK:http://www.sinemakulubu.com

Captain Phillips (2013)

Art arda gelen harika filmleri göz önünde bulundurursak altın madeni gibi bir ayda olduğumuzu rahatlıkla söyleyebilirim. Siteyi takip edenlerin de bileceği gibi bu ay üç harikulade film bir anda sitenin sıralamasını baştan aşağı değiştirdi ve yeni vizyona giren filmlerde değiştirmeye devam edecek haliyle. Önümüzdeki iki hafta içerisinde yılın en önemli filmlerinden birkaçını daha incelemeye devam edeceğiz, ama öncelikle başka bir muhteşem film olan "Captain Phillips / Kaptan Phillips"e bir göz atmakta fayda var; çünkü yönetmen Paul Greengrass yine hayal kırıklığı yaşatmamakla beraber yılın da en iyi filmlerinden birine imza atmış.

"The Bourne Ultimatum / Son Ultimatum" (2007) ve"United 93 / Uçuş 93" (2005) gibi mükemmel filmlerin yanında "The Bourne Supremacy / Medusa Darbesi" (2004)  ve "Bloody Sunday / Kanlı Pazar" (2002) gibi harikulade bir filmlere imza atan imza atan Paul Greengrass'ın yeni filmi "Captain Phillips / Kaptan Phillips", ilk dakikasından son dakikasına kadar bir an bile gözünüzü kırpmadan izleyeceğiniz yılın en iyi filmlerinden biri. 2009 yılında Somali korsanları tarafından kaçırılan geminin kaptanı Kaptan Richard Phillips'in kitabından uyarlanan film, anlaşıldığı üzere gerçek hikayeye dayanıyor. Konusu itibariyle bu yıl vizyona Danimarka yapımı "Kapringen / A Hijacking / Bir Kaçırma" ile benzerlik taşıdığı kuşkusuz; fakat olayları Danimarka yapımının aksine daha farklı açıdan ele alması nedeniyle yeterince özgün. Filmin başrolünde oynayan Tom Hanks ise kariyerinin en iyi performanslarından birini vererek Oscar adaylığının kapısını açıyor.

Kaptan Phillips (Tom Hanks)
En azından bir yere kadar "Uçuş 93"ün deniz versiyonu olarak tanımlayabileceğim "Kaptan Phillips"te 2009 yılındaki Maersk Alabama adlı Amerikan yük gemisinin Somali korsanları tarafından kaçırılması anlatılıyor. Açılışı görevini Vermount'taki evinde alan Kaptan Phillips'le yapan film, bir yandan da Somali korsanlarının hazırlığını seyirciye gösterek izleyiciyi bulunmak istemediği bambaşka bir dünyanın içine sokuyor. Kaptan Phillips ve ekibinin yola çıkmasıyla beraber her şeyin bambaşka bir hal aldığı filmin tam anlamıyla başlaması ise Somali korsanlarının Kaptan Phillips'in amansız mücadelesine rağmen gemiye çıkmasıyla oluyor. Bu noktadan itibaren Kaptan Phillips'in korsanlarla olan iletişimine tanıklık ettiğimiz film, hükümetin bu tür konularda nasıl bir rota izlediğini de seyirciye sunuyor ki, filmin alacağı eleştirilerin genelde bu yüzden olacağını düşünüyorum. Bu kısmı yazının devamında birazdan daha derin bir şekilde açıklayacağım. Öte yandan, geminin ele geçirilmesiyle harika karakter gözlemlerine imza atan Greengrass, böyle bir olayın insan psikolojisini etkisini birçok karakter üzerinden seyirciye aktarıyor. 

Tempoyu emin adımlarla arttırmasıyla tanınan yönetmen Paul Greengrass'ın yine aynı formülü mükemmel bir şekilde uyguladığı "Kaptan Phillips", açıkçası yönetmenin sinemasından beklenen her şeyi tam anlamıyla verdiğini düşünüyorum. Önceki filmlerinde olduğu gibi bu filmde de tek kelimeyle mükemmel bir kamera kullanımına imza atan ünlü yönetmen, "Uçuş 93" ve "Green Zone / Yeşil Bölge" (2010) filmlerinin de görüntü yönetmenliğini üstlenmiş Barry Ackroyd'la yine harikalar yaratmış. Zaten geçen seneki "The Bourne Legacy / Bourne'un Mirası" bir nevi Greengrass gibi bir yönetmen olmadan kullanılan sarsıntılı kameranın başarısız olacağının kanıtı niteliğindeydi adeta. "Kaptan Phillips"le artık bu olay resmileşmiş. Sarsıntılı olmasına rağmen bir kere bile gözü rahatsız etmeyen filmde en ufak detayı bile rahatlıkla görebiliyorsunuz. Tabii bir de karanlık ve dar alanlardaki harikulade ışıklandırmayı unutmamak lazım. Filmin ortamı neresi olursa olsun her karakteri birbirinden rahatlıkla ayırabilmenizin yanında oyuncuların yüz mimiklerini bile açıkça izleyebiliyorsunuz. Greengrass en son bir önceki filmi "Yeşil Bölge"yle karanlık ortamları hikayelerine dahil etmeye başlamıştı. Bu filmle artık bu konuda da ustalaştığını belli ediyor. Bu arada, Greengrass'ın önceki filmlerinin de kurgusuna imza atan Oscar ödüllü Christopher Rouse'u belirtmeden geçmek olmaz. Hatta, olmamalı; çünkü bu kadar detayı seyirciye sunan en önemli etkenlerden biri de filmin kurgusu. Elini attığı her film gibi bu filmde de mükemmel bir işe imza atan Rouse'un kesinlikle Oscar adaylığı (belki de ödülü*) alacağını düşünüyorum.

Somali Korsanları
Filmin başarısı her ne kadar Paul Greengrass'a ait olsa da filmin tamamlayıcı unsurunun Tom Hanks olduğunu belirtmek gerek. Açıkçası Hanks'in filmdeki performansı ne zaman aklıma gelse (özellikle gözlerimi dolduran son 15 dakikası) hala tüylerim diken diken oluyor. Tek kelimeyle inanılmaz bir performans sergileyen ünlü oyuncu kesinlikle bir Oscar adaylığı alması gerekiyor. Hatta ben Hanks'in Oscar adaylığını cepte görüyorum. Şimdi süprizbozanlı kısıma gireceğim için bu paragrafı filmi izleyen okuyucuların devam etmesini öneriyorum. Gerçek hayattaki karakterine benzemesi bir yana özellikle Somali Korsanları'yla olan sahnelerinde inanılmaz doğal tepkiler vererek seyirciyi şaşırtıran Hanks, korsanların  Kaptan Phillips'i kaçırmasıyla şovuna başlıyor. Rolünde gittikçe devleşen Oscar ödüllü oyuncunun "Cast Away / Yeni Hayat"tan(2000) beri en iyi performansını sergilediğini rahatlıkla söyleyebilirim ki ben Tom Hanks'i çok beğenemeyen biri olarak bu filmle beraber kendisine bakış açım tamamen değişti. Çünkü askerlerin Kaptan Phillips'i kurtarmalarının hemen ardından Hanks, resmen şov yapmış. Geçirdiği büyük travma yüzünden şoka giren karakterini muazzam bir şekilkde canlandıran Hanks'in tepkileri seyircinin içine işliyor adeta. Bu sahneden etkilenmeyen kimsenin olamayacağını düşünüyorum açıkçası. Tabii Greengrass'ın kesintisiz çekiminin bunda payı oldukça fazla; çünkü Hanks rolünde devleştikçe gözünüzü ondan alamıyorsunuz ki bu da ünlü oyuncunun performansını Oscar kalibresine yükseltiyor. Bu arada Somali korsanlarının başı rolündeki Barkhad Abdi de bir o kadar başarılı. Zaten film boyunca oyuncu mu yoksa gerçekten korsan mı ayırt edemiyorsunuz kendisini.

Gel gelelim işin politikasına. Greengrass'ın önceki filmlerini izleyenlerin de bileceği gibi yönetmenin hiçbir filminde herhangi bir milliyetçi tavıra rastlamak mümkün değildir. Hatta "Yeşil Bölge" bu duruma tam tersi bir tavır takındığı için Amerikalı eleştirmenler tarafından yerden yere vurulmuştur. Fakat "Kaptan Phillips"te durum bu sefer biraz farklı. Geminin kaçırılmasının ardından devreye giren ABD ordusuyla oldukça militarist bir dönemece giren filmin alt metinde doğal olarak Amerikalı askerlerin kahramanlığı anlatılıyor. İşte bu tavrıyla "Zero Dark Thirty"le oldukça fazla benzerlik taşıyan film, az da olsa rahatsız ediyor. Bir de korsanların yakalandığı anda Amerika'yı sevdiğini ve başka zamanlarda ise Amerika'ya gitmek istediğini dile getirdiğini unutmamak gerek. Gerçi ben Paul Greengrass'ı sevdiğimden ötürü bu duruma fazla takılmadım, ama ülkemizde takılanın oldukça fazla olacağına inanıyorum. Hatta sırf bu yüzden filmin tüm başarıları unutulup filme düşük puanlar verilecektir. Açıkçası bu tür filmlerde bu tarz kahramanlık hikayelerine sanki biraz da olsa alışmak gerek. En azından türünün bu kadar kaliteli örneklerinde. Sonuçta eldeki malzemenin ne yönde ilerleyeceği az çok belli.
Somalili Korsan ve Kaptan Phillips
Sonuç olarak Tom Hanks'in rolünde adeta şov yaparak kariyerin en iyi performanslarından birini verdiği "Captain Phillips / Kaptan Phillips", başında sonuna kadar gözünüzü kırpmadan izleyeceğiniz yılın en iyi filmlerinden biri. Yönetmen Paul Greengrass'ın harikulade bir şekilde yönettiği filmin teknik alandaki başarısı ise inkar edilemeyecek derecede. Yine de filmin milliyetçi tavrının birçok seyirciyi rahatsız etme olasılığı oldukça fazla. 

                                                                                                                                                                  Kaynak:http://www.filmdoktoru.com/

Zavet (2007) Bana Söz Ver

Emir Kusturica‘nın masal tadında, balkan kültürünü kendine has mizahıyla harmanladığı filmlerden biri “Zavet”. Yüksek temposu, hareketli balkan ezgileri ve uçuk kaçık karakterleriyle şenlik ateşi kıvamındaki yapım, yönetmenin en eğlenceli filmlerinden.
Sevimli bir köy, yemyeşil bir doğa… Yeniyetmelik yıllarından çıkmak üzere olan Tsane, dedesiyle bu köyde oldukça sakin bir hayat yaşamaktadır. Köyde onlardan başka sadece Bossa adında bir kadın yaşamaktadır ve büyükbaba Zivojin‘den de epey hoşlanmaktadır. Büyükbabası bir gün Tsane’yi yanına çağırır ve ölmek üzere olduğunu söyler. Ama ölmeden Tsane’nin yalnız kalmaması için kendisine bir eş bulmasını ister. Bunun için de şehire gidip inekleri “Cvetka”yı satmasını, kendisine bir ikona satın almasını ve de bir eş bulup köye getirmesini tembihler. Bu O’nun torunundan son isteğidir. Dedesiyle vedalaşıp şehre doğru yola koyulur Tsane. Önce ineği satar daha sonra da kendisine bir gelin aramaya başlar. Bu sırada kendisinden biraz büyük olan, güzeller güzeliJasna‘yla yolları kesişir. Bir kaç denemeden sonra kendisini yavaş yavaş Jasna’ya sevdiren Tsane’nin karşısına bu kez Bajo denen mafya bozuntusu bir adam çıkar. Genç kıza göz koymuş olan bu üçkağıtçı adama karşı tek başına mücadele edemeyecek olan Tsane, dedesinin kan kardeşinin torunları olan Topuz veRunjo‘yu bularak onlardan yardım ister. Birisi cüce, diğeri ise iri yarı bir adam olan bu garip kardeşler Tsane’yi kardeşleri gibi benimseyerek O’na yardım edeceklerine söz verirler.
Sırbistan ve Fransa ortak yapımı film, yönetmenin son dönem yapımlarından. Bu renkli hikaye, kimi zaman absürd komedi türüne doğru kaçsa da bölge halkı ve Kusturica’yı düşündüğümüzde, bu çok da garip gelmeyecektir size. Sonuç olarak anlatmak istediği bir balkan masalı ve bunu fazlasıyla başarıyor. Bu masalı güzel kılan en büyük faktör ise birbirinden ilginç ve renkli karakterleri. Öncelikle çocuk oyuncu Uros Milovanovic büyümüşte küçülmüş çocuk oyunculardan. Saf bir çocuğu oynadığının farkında ve hiç bir sahnede sırıtmıyor. Bu bakımdan inandırıcı ve oldukça sevimli bir portre çizdiğini söylemeliyim. Marija Petronijevic ise Tsane’nin aşık olduğu Jasna rolünde sadece çocuğun kalbini çalmıyor. Dünyadan bi’haber ve aklı bir karış havada halleriyle genç bir kızı başarılı bir şekilde sergileyen aktris, özellikle bir sahnede umursamaz şekilde dans edişiyle, filmin en güzel sekanslarından birisine imza atıyor. Tsane’nin dedesi Zivojin rolünde Sırbistan’ın tanınmış oyuncularından Aleksandar Bercek var. Miki Manojlovic, Bajo rolüyle bazı sahnelerde insanın sinirini sınarken, genelde ise kendisine güldürüyor. Kardeşlerden cüce olan Runjo’yu canlandıran Vladan Milojevic de filmdeki mizah öğesini sırtlanan oyunculardan birisi.
Filmin sürprizlerinden biri, yönetmenin oğluStribor Kusturica‘nın filmin favori karakterlerinden Topuz’u canlandırıyor olması. Bu rolüyle sempatimizi kazanan aktör, aynı zamanda bir müzisyen ve kompozitör; filmin müziklerinin altında da O’nun imzası var. Üstelik bir soundtrack albümü olmaktan çok daha fazlasını yaparak, harika şarkılardan oluşan bir albüm çıkarmış Stribor Kusturica. Başta “Hotelski Cocek” olmak üzere “The master’s rumba” ve “The highlander bolero” gibi Emir Kusturica’nın daha önce bir çok filminde beraber çalıştığı Goran Bregovic‘i bile kıskandıracak bestelere sahip film. Özellikle filmin hareketli sahnelerinde müziğin etkisi çok büyük ve Kusturica’nın klasikleşmiş “curcuna” temasına da fazlasıyla uyuyor ki filmin finali tam da böyle.
Balkan kültürüne biraz yakınsanız fazlasıyla seveceğiniz, ancak her koşulda sizi güldürmeyi garanti eden ve keyifli vakit geçireceğiniz sıcak bir yapım Zavet.

                                                                                                     KAYNAK:www.filmelestirisi.com/

The Grey (2011) - Gri Kurt

Şimdiye dek sinema tarihi, sayısız “hayatta kalma mücadelesi” içerikli yapıma sahne oldu. Issız bir adaya düşenlerden tutun da, tırmandıkları dağ üzerinde, başlarına gelen bir kaza yüzünden ölümle günler boyu yüzyüze kalanlara, düşen uçaklarından bir şekilde sağ olarak çıkmayı başarıp, hiçliğin orta yerinde, zor koşullar içerisinde medeniyete, yani hayatta kalabilecekleri güvenli bölgeye ulaşmaya gayret eden kazazedelere kadar nice “ölümden kaçıyoruz” diye sızlanıp duran karakterlere kadar çokça örnek.
2000’ lerin başlarında vizyona giren Flight of the Phoenix’ de aynı şekilde, hayatta kalmaya çalışan zavallı insanları anlatıyordu. Çölün orta yerinde, en yakın yerleşim merkezinden belki de yüzlerce kilometre uzakta, düştükleri uçağın çevresinde konuçlanmış, her biri diğerinden orijinal karakterler. Flight of the Phoenix, Miranda Otto gibi kalifiye oyunculardan oluşmuş bir ekip ile hayatta kalma çabasının getirdiği doğal korkunun yerine, yaşadıkları bu kriz durumunu daha çok bir macera olarak resmetmişti. Heyecandan yerinizde duramaz halde iken bir an da kendinizi gülerken, hadi olmadı, en azından kıkırdarken bulabiliyordunuz. Belki uzun yıllar unutulmayacak bir klasik değildi ama size güzel vakit geçirtmeyi başaran, ortalamanın üstünde bir yapımdı.
Bu yazımızın, eleştirimizin konusu ise 2011’ in son aylarında Amerika’ da gösterime giren The Grey. Türkiye’ deki sinema takipçileri olarak bizler ise The Grey’ i, Gri Kurt adıyla geçtiğimiz günlerde izleme şansı bulduk. Dünya çapında büyük ses getiren işler (Titanic, Star Wars, Avatar, The Lord of the Rings The Movie Trilogy) haricinde, pek çok sinema filminin ülkemize aylar sonra gelip, vizyona girmesi ile ilgili bir yakınma seansına dahil olmamaya çalışarak, The Grey hakkındaki fikirlerimi orta yere dökmeye başlıyorum.
Her şeyden önce, elimden geldiği kadarı ile dürüst davranacağım dipnotunu düşmek istiyorum. İstiyorum, çünkü The Grey, bizim için Gri Kurt adlı yapım pek çok artısının yanı sıra, bir o kadar da eksiye sahip. Birkaç dakika boyunca kendinizi bu “çok dramatik” gelişmelere gözlerinizi dört açmış bir şekilde kaptırmışken, hemen ardından ise günlük işleriniz, sorunlarınız ve benzeri konularda düşünürken bulmanız oldukça olası. Film ekibinin, hatta yapım ile bağlantılı her bir kişinin muazzam bir iş çıkartmış olduğunu gözardı edebilirsiniz. Şahsen ben hiç istemesem de kendimi bu durumda buluverdim. Sebebi de, The Grey’ in başlangıcından kapanış jeneriğine kadar teknik anlamda kusursuzluğa yakın bir noktada seyretmesi. Lakin iş hikayenin nasıl işlendiğine, daha doğrusu senaryonun detaylarına gelice de bu takdir dolu düşünceleriniz yerle yeksan olabiliyor. Bunun da tek bir gerekçesi var, o da senaristlerden biri olan Ian MacKenzie Jeffers’ ın (ki diğeri de filmin yönetmeninden başkası değil) bu her anı gerilim dolu, trajik yaşantıyı bir türlü ayarında anlatamaması. Siz filmin kahramanlarının başına neler gelecek diye endişeden tırnaklarınızı kemirmeye başlamış iken, senaryo yazarları sağolsun, insan aklının, mantığının kolay kolay kabul etmeyeceği bir gelişmeyle ilginizi bir an da kaybedebiliyorsunuz.
Nedenlerine ve örneklere daha sonra detaylıca değineceğimi de ekleyerek, The Grey’ in tam olarak ne olup, ne olmadığına dair şahsi fikirlerime geçiyorum hemen.
Aslında The Grey’ in çok kaliteli, uzun yıllar boyu üzerinde konuşulup, tür ile ilgili bir muabbete giriş yaptığınızda, hemen örnek olarak gösterilebilecek bir potansiyele sahip olduğunu açıkça itiraf etmem gerekiyor. Peki neden bu potansiyeli olmadık sebepler, daha doğrusu tercihler yüzünden heba ettiğini düşünecek olursak, bu sorunun cevabının pek de zor olmadığını hemen fark edebiliriz. The Grey, türün ve benzer örneklerinin çok güçlü bir temsilcisi olamıyor, olmak istemiyor çünkü baştan sonuna kadar gişe kaygısı ile hayata geçirilmiş. Genel, ortalama seyirci kitlesini sıkıldıkları için kaçmasınlar, hasılatımız kat be kat daha fazla olsun diye düşünen yapım ekibi ellerindeki sayısız fırsata adeta sırtlarını dönmeyi tercih etmiş.
Öncüllerinin yaptığı gibi, ilk olarak ana kahramanımız olan Ottway (Liam Neeson) ile tanışıyoruz. Kendisi emeklilik günlerini belli şirketlerin personeli vahşi doğa içerisinde çalışmak zorunda kaldığında, yabani hayatın tehlikelerinden, misal kurt sürüleri gibi, onları koruyor, hayatta kalmalarını sağlıyor. Bunu da oldukça insancıl bir yöntemle gerçekleştiriyor. O hayvanları öldürerek!
Daha sonra Ottway’ i petrol işçilerinin yol üzerindeki bir mekanda içki içip, eğlenirken, bir yandan da birbirleri ile dalaşırken ki hallerine tanık olurken görüyoruz. Yanında tüfeği ile gezen güvenlikten sorumlu karakterimizin canının epeyce sıkkın olduğunu fark ediyoruz. Ottway bulunduğu mekandan dışarı çıkıyor, başka bir yere doğru yürüyor. Daha sonra diz çöküp, hayatını kazanmasını sağlayan silahını kendi ağzına dayıyor. Bir intihar vakasına tanık olacağız derken, Ottway bir an da bu işten vazgeçiyor. Bu arada sık sık kullanılan (film boyunca da kullanılmaya devam edilen) kesmeler ile kahramanımızı bir masanın başında, dertli bir halde bir mektup yazarken görüyoruz. Mektubun muhatabı ise hakkında çok fazla bilgimiz olmayan güzel bir kadın.
Nihayetinde Ottway ile koruyacağı işçi grubu yola çıkıyor, uçaklarına biniyorlar. Ottway elindeki mektubu evirip çeviriyor, düşüncelere dalıyor. Münasebetsiz bir ekip üyesi uçağın düşmesi halinde neler yapıp, neler yapmamak gerektiği hakkında espiriler yapmaya başlıyor. Tüm ekip üyeleri yani uçağın yolcuları bu espirilere sert bir karşılık veriyor. Ottway uykuya dalıyor. Kimliği belirsiz güzel bayanı yine görüyor, onun yanında huzurlu bir şekilde yatıyor. Ani bir sarsıntı ile bu güzel düşten uyanıyor. Herkes kendini kaybetmiş bir halde çığlık çığlığa haykırırken, kemerini sıkıca bağlıyor ve olabileceklere karşı kendini güvenceye alıyor. Beklenen oluyor, yolcu uçağı hiçliğin tam ortasında karaya çakılıyor. Bembeyaz. Her yer, tüm perde bembeyaz bir ışığın içinde kayboluyor. Ottway gözlerini açıyor ve korkunç manzara ile karşı karşıya kalıyor.
Kaza sonucunda kendisi gibi hayatta kalan işçi ekibinden birileri var mı diye enkazı araştırıyor. Neticede kendisi de dahil olmak üzere yedi kişi ile birlikte yaşadıkları şoku atlatmaya gayret ediyor. Göz alabildiğinebeyazlara bürünmüş olan tabiat ana, hayatta kalanlara bu durumun fazla uzun sürmeyeceğini hatırlatıp duruyor. Sınırlı içecek, çok az gıda maddesi ve bir süre yanmaya devam edecek, ısıtma görevini üstlenmiş öteberi. Çok kısa bir süre sonrasında bu soğuk ölüm tarlasında yalnız başlarına olmadıklarını görüyorlar. Vahşi kurtlar çevrelerini sarıyor. Bir şekilde uzaklaştırılıyor bu tehditkar canlılar. Yine geri döneceklerini bildikleri için uçak enkazından çıkıp, ormana doğru yürümeye başlıyor kazazedeler. Kurt sürüsü de peşlerinde. Büyük kovalamaca başlıyor, ekibimizdekilerin sayısı hızla azalmaya başlıyor.
Liam Neeson’ ın oyunculuğunu tekrar kanıtladığı The Grey, her biri farklı telden çalan filmin karakterlerini canlandıran aktörler sayesinde ayaklarını sağlam basıyor kar ve buzla kaplı hikayede. Kendisinden bekleneceği gibi izleyicilerini her an tetikte tutmayı başarırken, görüntü yönetmeninin çıkardığı başarılı işin de yardımı ile masalsı bir havada ilerliyor, ancak trajedik, sonu iyi bitmeyecek masallardan biri olarak.
İki saat boyunca iniş ve çıkışlarla bir yandan hayatta kalan ve kalmaya çalışan ekip üyeleri hakkında detaylıca bilgiye boğuluyoruz. Tek bir repliklebile o ana kadar bize yabancı olan bir üye için kendimizi üzülür halde buluyoruz. Her an ölebilecekleri için de onlara karşı empati beslemeye başlıyoruz. Malum bu yaşadıkları, çoğu insanın, “benim başıma gelmez böyle şeyler” diyerek geçiştirdiği ama farklı şekillerde de olsun gerçekleşebilen tatsız gerçeklerden bir tanesi. Böylece müzik seçimi, ses kurgusunun sizi bu yaşananların içine çeken, akıllıca tasarlanışı, işlenişi, görsel olarak senaryoyu en iyi şekilde destekleyen detaylar, ışık oyunları, bir bilgisayar oyunundaymış gibi hissetmenizi sağlayan kamera oyunları ve daha nice olumlu başlık da görevini başarı ile yerine getirmiş oluyor.
Bu kadar fazla artı varken, The Grey’ in anlatımını tamamladığıi noktada sizi tatmin etmeyen tarafına gelirsek..
Filmin her bir tarafı için ciddi bir emek harcandığını rededmeyiz, zira daha ilk dakikasından bile belli ediyor bu yanını. İyi oyunculuk, teknik anlamda harika işçilik, kolay kolay düşmek bilmeyen tansiyon, sizi her an gerilmiş olarak sabit tutan doğa’nın kendisi… Hepsi de A kalite, yerli yerinde.
Ne zaman ki işin içine mantığı sokuyorsunuz, işte o anda The Grey sizin için boşa sıkılmış bir kurşun halini alıyor. Nihayetinde bu bir film, bir oyun, kandırmaca deseniz de, kör göze parmak halindeki absürtlükler bitmek bilmiyor. Normal şartlarda insanlara pek fazla yakınlaşmadığı, doğal olarak da saldırmadığı bilinen kurtlar her gözüktüğü sahnede birer iblise dönüşüyorlar. Tek bir amaçları var, o da hayatta kalanları yaşadıkları için pişman etmek. Kurtların doğası ve karakterleri hakkındaki gerçekleri bir yana bıraktınız diyelim. Bu sefer de filmin size sunduğu kurt figürü yine hikayeden kopmanıza sebep oluyor. Evet, belki kurtlar gerçekten de vahşi hayvanlar, onlar yaban içinde hayatta kalmaya çalışan birer avcı. Bu avcıların ne kadar ürkütücü bir görünüme sahip olabildiklerini de yalanlayamayız.Bu kadar ciddi ve gerçekçi olma iddiası taşıyan bir filmde, doğanın en güçlü temsilcilerinin birer mutasyona uğramış yaratıklar olarak teşrif etmeleri nedir peki? Bir sürünün sahip olabileceği zekanın çok üstünde davranmaları, inanılmaz stratejik planlar yapmalarına ne diyebilirsiniz? En üzücü olan noktaysa sürünün başında olan lider kurtun, diğer adı ile Alfa’ nın (güçlü ve baskın olan) bir kurt adam romanından dışarı kaçmış haline, tasvirine maruz bırakılmış olmamız.
Vahşi hayvanlar içinde, hatta yüz yıllar önce evcilleştirilmiş köpeklerde dahi var olan Alfa karakterli canlıların, size aptalmışsınız gibi tanıtılması başlı başına bir eksi. Yaşamları için korkunç bir deneyim yaşarken debelenen insanların birer çocuk gibi davranması da bir başka eksi. Korku ve büyük bir histeri içindeyken bile kaç kişi sadece sesini duydukları ama göremedikleri bir nehire ulaşmak için dipsiz bir uçurumdan atlamayı düşünür? Üstelik de genişliği ile göz korkutan uçurumun karşı yakasındaki ağaçların üzerine atlamayı? Bunu da nereden çıktığı belli olmayan, sayıca da fazla kazak, gömlek gibi giyecekleri birbirine bağlayarak, bir tür köprü sayesinde gerçekleştirmek?
Eksi 40’ ları bulan bir soğukta, buz gibi bir nehirde dakikalarca, üzerinizde sadece bir kazak varken boğuşmak, hiç bir şey olmamış gibi nehirden çıkmak ve yürümeye devam etmek? Şok geçirmeniz gerekirken sadece yüzünüzün asılması nasıl geliyor kulağa? Filmin, kazazedelerin içindeki Alfa’ nın her türlü ölümcül etmen karşısında pek az hırpalanması artık en klişe Hollywood filmlerinde bile kullanılmaz olmadı mı artık? Diğerleri durmak bilmeden devam eden şiddetli kar fırtınasında kar-körlüğü yaşayıp ne yöne adım atacaklarını bile seçemezken, siz başrolde olduğunuz için bir dozer gibi ilerlemeye devam etseniz, nasıl geliyor kulağınıza? Soğuk ısırığı yüzünden yanınızdaki kişilerin ciltleri morarırken, suratlarında yaralar açılmışken filmin protaginisti olduğunuzdan sizin yüzünüzde sadece minicik izler oluşsa, hangi masala hapsedildim ben diye bağırmak istemez misiniz?
Her filmin bir yumuşak karnı olur, mantığa aykırı gelen, hatta “yok artık, bu kadarına da pes” dedirten sahneler sunar size. Çok ciddi bir durum hikayesinde ise bu ve benzeri “uçmuşluklar” ın yer alması tek bir işe yarar, o da çalışmanızın zarar görüp, değerini kaybetmesine.
Son dönemin iyi sayılabilecek ve ünlü oyuncuların da yer aldığı, Smokin’ Aces, Pride and Glory, A – Team (yeniden yapımı) gibi işler çıkarmış olan Joe Carnahan’ ın bir yönetmen olarak, elinden geleni yaptığı belli olan bir filminde bu derece abartılı, gerçekle en ufak bir yakınlığı olmayan örnekler ile dolu bir senaryoya katkıda bulunması, üstüne de bunu birebir kameraya alması tek kelimeyle üzücü.
Eğer bitmek bilmeyen “bu kadarı da olamaz”lar benim için sorun değil derseniz eğer, ilk dakikasından kapanışına kadar iyi ‘”çekilmiş” bir film var karşınızda. Hikayesinin sizi esir alabileceği, atmosferinin tekinsizliği yüzünden gerilmenizi garantileyen, iyi oyunculuk nasıl olur’ un iyi bir örneği olan “mantıktan nasibini almamış” The Grey  sizi bekliyor.
Küçük bir not. Hikayenin tam manası ile nasıl bir sonuca ulaştığını öğrenmek istiyorsanız, filmin kapanış jeneriği akarken yerinizden kalkmayın. Jeneriğin bitiminde sizi memnun edebilecek, ek bir sahne sizi bekliyor olacak.

                                                                                                                     KAYNAK:http://www.sinemakulubu.com

Freaks (1932) - Hilkat Garibeleri

Herşey 28 Aralık 1895 tarihinde,  Auguste ve Louis Lumiere kardeşlerin sinema tarihinin ilk kapalı gişe gösterimi olan  Sortie des Usines Lumiere a Lyon (Lumiere Fabrikasından Çıkan İşçiler) filmi ile başladı. Filmlerinde ,   trenin istasyona yaklaşırkenki   planı seyircileri korkutacak ve sanki üzerilerine doğru gelen bu trenin, onları ezeceği duygusuna kapılacaklardır.İlginç bir şekilde  amacı korkutmak olmayan bu film,  beklide sinema tarihinde   izleyicisini korkutan  ilk filmdir.O dönemde ilk kez bir perde de hareketli  görüntü izleyen izleyici için bu çok yeni ve olağan üstüdür.Bu ilk sinema gösterimi daha sonra yedinci sanatın doğuşuna sebep olacak ve bu sanata ölümsüz eserler bırakacak sanatçıları yaratacaktır.
Korkmak , hepimizin en temel dürtülerinden biridir.Bilinmezlik hissi bu dürtümüzü harekete geçirmeye yeterlidir.Sinemada korku olgusu , her zaman popüler  ve popüler kültürün ayrılmaz bir parçası olmuştur.Sinema sanatında korku türü sessiz sinemanın ilk örneklerinde görülmektedir.The Hounted Castle (1896) , Frankenstein (1910) ve Nosferatu (1922) gibi ilk korku türleri günümüz korku sinemasının temellerini atmıştır.İzleyicilerde ki  korkma isteğinin farkında olan yapımcılar giderek daha fazla korku temalı yapımlar sunmuşlardır.
1932 yapımı olan Freaks , çekildiği dönemde büyük sansasyon yarattı.Aslen korku türüne dahil edemeyeceğimiz yapım stüdyo tarafında  korku filmi olarak lanse edilmiştir.Yönetmen Tod Browning’in bu kült filmi yaklaşık 30 sene boyunca yasaklanacak  ancak bu süre sonunda film hak ettiği yeri bulacaktır.Freaks , dönemi için hayli sansasyonel bir  yapım.Oyuncularının çoğunluğunu doğuştan deformasyonlu olan gerçek karakter oluşturur.Cüceler , kolları ve bacağı olmayan , kafası vücudu ile orantısız ve zeka olarak engelli oyunculardan oluşmakta idi.Bu, o dönemde filmi izleyenlere korkutucu gelmiş ve salonu terk etmelerine sebep olmuştur.İzleyicileri, fiziksel olarak engelli olan gerçek karakterleri görmek  dehşete düşürmüştür. İstismar sineması örneği gibi duran yapım , yönetmen Tod Browning’in  ince dokunuşları ile insani bir boyuta geçmekte. Browning, filmin ilk jeneriğinde izleyicilerini nasıl bir film ile  karşılaşacaklarını açıklamakta  ve işin insani boyutunu açıklayan sözler ile bitirmektedir.
Film, fiziki deformasyonlarını sirk gösterilerinde sergileyerek para kazanan insanları konu alır.Aynı zamanda normal karakterler de bu deformite olan kişilere gösterileri ile eşlik etmektedirler.Sirkin gözbebeği  güzeller güzeli   Cleopatra , işbirlikçisi ile sirkin finansörü ve cüce olan Hans’ı baştan çıkarıp mal varlığını üstüne geçirmek ister.Önce Hans ile evlenip onu her gün yavaş yavaş zehirleyerek öldürme planı yapar.Fakat onun bu planını öğrenen diğer  deformiteler ona karşı bir intikam planı oluştururlar.Hikaye olarak basit, senaryo ve çekim kurallarında yapımda herhangi bir aksaklık gözükmemekte.Browning mizasen ve ışık gölge kullanımında başarılı.
İlk gösteriminde , gördükleri karşısında dehşete düşen seyircilerden bahsetmiştik.Filmde ise deformite olan karakterler ,normal olanlar tarafından aşağılanmakta ve küçük düşürülmektedir.Bu engelli insanların ruhları ve kişilikleri normal olanlara kıyasla daha insancıl ve onurlu gösterilir.Browing için asıl Freak (ucube ) olanlar normal olanlardır.
Tod Browning aslında üstüne basmak istediği, bireylerin kendisinden farklı olanları ötekileştirmeleri ve onları yalnızlaştırmaya mahküm  etmeleridir. Gösterime girmeden Freaks’ın stüdyo tarafından bir korku filmi olarak lanse edilmesi bunun uzantısı olsa gerek. Stüdyo,  karakterlerin kendi doğal fiziki özelliklerinin izleyici nezdinde  korkunç görüneceğini düşünmüştür.
Freaks , değeri ancak gösterime girdikten 30 sene sonra anlaşılan, bugün kült film seven izleyicilerinin arşivinde mutlaka yer edinmesi gereken bir yapım.Bir başyapıt değil.O dönemde yol açtığı sansasyon ve cesareti ile izlenmeyi hak ediyor. Lumiere kardeşlerin filmi ile nasıl ki insanlar sinema ile tanışıp heyecanlandılar , Freaks’ın yarattığı etkide o dönem için “yeni” olmasından aynı etkiyi yaratmıştır.
                                                                                                                 KAYNAK:http://www.beyazperde.com

Memoirs of Geisha (2005) Bir Geyşanın Anıları

Senelerdir merak ettiğim fakat bir türlü izleme fırsatı bulamadığım, benimle aynı durumdan muzdarip bir dostumla gecenin bir vakti izlemeye koyulduğum Memoirs of a Geisha, Arthur Golden’ın aynı isimli çok satan ve özellikle dili itibariyle okuyucular tarafından bir hayli beğenilen kitabının senarist Robin Swicord’un eliyle sinemaya uyarlanmış hali. 2005 yılında gösterime giren film, Chicago ile sinema dünyasına atılan ve ilk filmini Oscar tarihine geçiren Rob Marshall’ın yönetmenliğinde yapım aşamasından geçti. Japon oyuncular yerine Çin asıllı isimlerle çekilen film, yalnızca bu yönüyle itici olmasından ziyade Hollywood yapımı olmasından mütevellit, işin özünü yansıtmadaki başarısızlığı ve Uzakdoğu sinemasından hiç nasibini alamamış kişilerce beyazperdeye aktarılması dolayısıyla göze batsa da seyirciye tam anlamıyla görsel ve işitsel bir şölen sunuyor.
Babası tarafından, ablası Satsu ile birlikte satılan Chiyo’nun bir geyşa haline gelmesini, bunun için gerek istekli gerekse isteksiz şekilde verdiği mücadeleleri, geyşalık felsefesine aykırı olarak içinde sakladığı büyük aşkı anlatan Memoirs of a Geisha’nın öyküsü oldukça dikkat çekici. Yardımsever karakterler, kötü karakterler, yan karakterler derken oldukça geniş bir oyuncu kadrosu barındıran filmde duygu dozu iyi ayarlanmış bir hikaye anlatılıyor. Başlarda cevapsız sorularla ilerleyen filmde pek çok şey zamanla rayına otururken bir takım şeyler de seyircinin kafasını kurcalamaya devam ediyor. Öte yandan geyşalık kavramının özü olan cinsellik konusunda tamamen muhafazakar bir çizgi çiziyor film. İki saati biraz aşkın süresi boyunca sekse dair neredeyse hiçbir şey izletmezken bu kültürün iç yapısı üzerinde durmayı tercih ediyor. Bir kızın geyşa olmak için verdiği uğraşları, yaptığı fedakarlıkları ve dahasını aşama aşama gösterirken bir yandan da geyşaların özel hayatına değiniyor. Kitabı okumamış olsam da film dahilinde beğenmediğim bir nokta İkinci Dünya Savaşı meselesi idi. Amerikalıların kendi güçlerini gösterme sevdasına, savaş olgusuyla duygu sömürüsü yapmasına zaten alışığız fakat bunun böylesi bir filmde dahi bu kadar göze batırılmış olması rahatsızlık vericiydi. Lakin dediğim gibi, bunda kitabın etkisi çok büyük ve kitabın da gerçek bir geyşanın deyişlerinden yola çıkılarak yazıldığını biliyoruz. Bu noktada filmin anlatımı devreye giriyor söz konusu durumla alakalı olarak. Ve eminim ki Rob Marshall’ın seyirciye yansıtmak istediği şey Japonların mağduriyetinden çok Amerikalıların galibiyetinin getirileriydi.
Bu filmdeki işiyle Oscar heykelciğini kucaklayan Dion Beebe’nin gözüyle ekrana yansıyan görüntüler tek kelime ile takdire şayan. Kamera kullanımı filmi izleme zevkini o kadar katlıyor ki yönetmenin anlatımındaki pürüzlere dikkat etmeme durumları dahi ortaya çıkabiliyor. Görüntü yönetimindeki iddia ve başarıyı ise müzikler destekliyor. Oscar ödülleri ve Hollywood’un (genel manada ve şahsi düşünceme göre) yaşayan en büyük ismi olan John Williams tarafından bestelenen müzikler Uzakdoğu kültürü ile batı ezgilerini sentezlerken seyirciye muhteşem bir konser veriyor. John Williams’ın bu filmdeki müzikleri ile Altın Küre ödülünü kucakladığını da belirtelim.
Teknik ve sanatsal açılardan bakıldığında da filmde tatmin edici bir çizgi olduğunu görüyoruz. Memoirs of a Geisha’nın sunduğu rengarenk görselliğin sebeplerinden biri olan kostümler, yine Uzakdoğu kültürünün ve kumaşlarının (gülüşmeler) etkisiyle oldukça başarılı duruyor. Filmin kostüm tasarımcısı ise 3 Oscarlı (ki birini bu filmle kazandı) Hollywood’un en ünlü tasarımcılarından olan Colleen Atwood. Kostümleri makyajlar, yapım tasarımları ve set dekorları tamamlıyor. Filmin kazandığı bir diğer Oscar da zaten sanat yönetimi kategorisindeydi.
Oldukça geniş bir oyuncu kadrosuna sahip olan Memoirs of a Geisha’da başrol Sayuri’yi canlandıran Ziyi Zhang’in vasatın biraz üstündeki performansından ziyade Mameha rolüyle karşımıza çıkan Michelle Yeoh ve Hatsumomo karakterine hayat veren Li Gong’un performansları takdiri hak ediyor. Genel anlamda ise tatmin edici bir oyuncu ekibi performansı izlediğimizi söyleyebilirim.
Senaryoda hoşuma gitmeyen bir takım yönleri ve özellikle teknik anlamdaki başarısıyla göze batan, senelerdir içinde bulunduğum merakı giderirken genel olarak beni tatmin etmeyi başaran bir film oldu Memoirs of a Geisha. Künyesine bakarken Akademi’nin hakkında doğru kararlar verdiği yapımlardan biri olduğunu düşünsem de eminim ki bu filmi Japon sinemasından izleseydik karşımızda bir başyapıt olurdu. Hollywood versiyonu için diyebileceğimiz tek şey ise standartların üstünde ve izlemesi keyif veren bir film olmasından ibaret.
“Kaderimizin peşinde koşmak için geyşa olmadık. Geyşa olduk. Çünkü, seçme şansımız yoktu.”
                                                                                                 KAYNAK:http://www.sinemakulubu.com