8 Ocak 2014 Çarşamba

The Matrix (1999)

Simülasyon filmlerinin en büyük temsilcilerinden olan Ghost in The Shell (Kabuktaki Hayalet) animesinin çıkmasıyla, 1982 yapımı Tron filminin getirdiği simülasyon türü büyük bir şekil almıştı. Artık türün belli başlı kültleri 90′ların sonuna doğru yaptıkları filmlere felsefeyi ve fazlasıyla üst düzey kurguyu da ekleyeceklerdi. Alex Proyas’ın ünlü bilim-kurgu yazarı Philip K. Dick’ten esinlenerek (ki bu bahsi geçen esinlenmeyi nedense hiçbir makalede göremeyiz) yarattığı distopik simülasyon filmi Dark City, artık çoğu sinefilin kafasında bazı olguları oluşturmuştu. Ve kanımca sinema tarihinin en muhteşem yılı olarak gördüğüm 1999 yılında Hollywood’un görüp görebileceği en yaratıcı beyinler olan Wachowski kardeşler, Matrix efsanesinin ilk ayağını yaratıp o yıl içinde büyük sükse yapmış ve fazlasıyla hayranlık uyandırmıştı. Hatta çoğu kişi için tüm zamanların en iyi bilim-kurgu başyapıtı oluvermiş, kısa süre içinde kült statüsüne ulaşmıştı. The Matrix’in belki de bugünlere kadar orijinal yapısını bozmayıp hala bilim-kurgunun tek lideri olarak gelmesinin en büyük nedenlerinden birisi de, kimsenin türe eklemeye cesaret edemediği felsefi temayı kusursuz bir biçimde adapte edip insan beynine sürekli sorgulamalar yaptırması olabilir.
Ufak bir doksanlar derlemesiyle Matrix’e giriş yapmak isterim artık. Hakkında, bırakın uzun makaleleri kitaplar yazılmış bir efsane olan bu üçlemenin ilk ayağı, çoğu kişi için serinin en güçlü ve en ayakta durabilen halkası konumunda. Matrix’in; bir simülasyon dünyasında yaşayan, boş zamanlarında hackerlık, iş hayatında başarılı bir yazılımcı Thomas Anderson’un (Neo) seçilmişlik öyküsünü ve Matrix’ten kurtulduktan sonra gerçek yaşamda insanlığın kalan tek şehri Zion’u kurtarma serüvenini anlattığını artık uçan kuş bile biliyor, daha doğrusu bunun ötesinde bir efsaneyi anlattığını biliyor, uzun uzun anlatmama gerek yok.
Bir yandan girdiği ve normal olarak yabancı kaldığı bu “gerçek” dünyada, seçilmiş olmanın getirdiği yükümlülüklerden zerre haberi olmayan, hatta bunu sürekli kendisine yalan söyleyerek geçiştiren bir kurtarıcı aslında Neo. Hiçbir zaman ciğerlerine havayı yerleştirememiş, hiçbir zaman gerçek dünyanın bilimum nesnesini gerçek anlamda görememiş, kısacası hiçbir zaman yaşamamış birisi. Morpheus’un ona hapları sunduğundaki soğukkanlılığı; belki de içgüdüsü, belki de seçilmişliğin getirdiği yüksek derecedeki erdemi, belki de insanlığın hiçbir zaman kurtulamayacağı merak duygusu. Yaşadığı dünyanın kendi dünyası olmadığını en çabuk biçimde kavrayıp asıl korktuğu, seçilmişliğin getirdiği inanılmaz yükümlülüğü her an düşünen Neo, kuvvetle ihtimal bu yüzden kendisine bu sıfatı yakıştıramıyor. Kahin’in yanına giderken bile sürekli içinde bulunan seçilmişlik korkusunu kendisine sürekli söylemeye çalıştığı anlamsız telkinlerle kapatmaya çalışan, başlarda inançsız bir simülasyondan ibaret. Ta ki, duymak istediklerini dolaylı yoldan anlayarak ve uygulayarak başarıya ulaşana kadar. İşte tam o evreye kadar Thomas Anderson’un Neo olduğunu kimse söyleyemez.
The Matrix’in yıllar yılı süregelen bu denli gizemli ve felsefi diyaloglarla süslü artistik yapısı, içinde bulundurduğu sayısız dini ve politik gönderme ile şekil aldığını söylesem herhalde yanılmış olmam. Makinelerin sanal ve gerçek dünya üzerinde kurduğu bariz diktatörlüğe, Neo’nun doğumunun ve ölümünün üstü kapalı dini ritüel gibi simgelenmesine, inanç – kader gibi güçlü alt metinlere ev sahipliği yapacak temaları derinlemesine kullanmasına dikkat çekmek isterim. Bu ilk filmin devasa hazırlık ve kurgu aşamasının gelecek filmlerde insanların anlayacakları seviyenin ötesinde seslenmesinden dolayı serinin bir bütün olarak kült adıyla lanse edilememesi, devam filmlerinin kısa bir süre içinde gişe için yapıldığı sakızı her türden seyircinin ağzında dolaşmaya başladı. Ama hiçbir zaman da Wachowski’lerin anlattığı bu uzun öyküye zerre zarar veremedi, hatta bu çamur atanlar için Animatrix çıkarıldı 2003 yılında, es kaza anlarlar diye.
Teknik anlamda olağanüstü kamera açılarını ve daha önce kullanılmamış aksiyon koreografilerini sinemaya kazandıran The Matrix, çıktığı yıldan bu yana fazlasıyla tiye alındı, fazlasıyla göndermelere maruz kaldı ve en acısı da fazlasıyla eleştirildi. Yine çıktığı yıl geniş bir eleştirmen kitlesi tarafından anlaşılmayan bu başyapıt, Oscar’larda sadece teknik dallarda (her bilim-kurgu filmine yapıldığı gibi) onore edildi ve bileti kesildi. Tabi hiçbir şey olağanüstü senaryosuna, kurgusuna, set tasarımına, görselliğine, müziklerine, sesine, kamerasına, yönetmenliğine zarar veremedi. Vizyon kardeşleri American Beauty, Fight Club, The Green Mile, The Sixth Sense, Magnolia ile o yılı sinemanın en muhteşem yılı ilan eden Matrix, bilim-kurgu sinemasına büyük bir çıta koydu ve kimse inanmak istemese de son iki filmiyle kendi koyduğu çıtayı darmaduman edip çıta mıta bırakmadı. Uzun süre dillerden düşmedi, sinema muhabbetlerinde en çok konuşulan filmlerden oldu, bırakın Hollywood’u dünya sinema tarihine kendi ismini çarçabuk yerleştiriverdi.
Hakkında en ufak bir negatif eleştiri dahi düşünemediğim Matrix efsanesinin ilk ayağı, aksiyon bilim-kurgu türünün harmanlanmasındaki en büyük örneklerden birisi, bunun da ötesinde felsefik bir başyapıt. Keanu Reeves ve Carrie Ann-Moss’un itici oyunlarının yanında Laurence Fishburne ve Hugo Weaving’in kurtarıcı niteliğindeki performansları, filmin oyuncu ayağındaki eksileri nötrlüyor. Çoğu oyuncusunu bu film ile dosta düşmana duyuran film, yaratıcı kadrosunun önceki başyapıtı Bound’u kısa sürede yeni jenerasyona unutturuveriyor ne yazık ki. Meraklı olan, pür dikkat film izlemeyi kendine ilke edinmiş ve bilim-kurgu sinemasına gönül vermiş izleyenler için şölen olan Matrix, büyük bir çoğunluk tarafından öyle ya da böyle izlenmiş ve unutulmamış bir eser. Ne ironiktir ki, ertesi yıl kelli felli ödül törenleri yerine ergenlerin egemenliğindeki MTV ödül töreninde ödüle boğulup hakkı alakasız bir yerde verilmiş. Sonuç olarak çoğu kişinin başucu filminden öte bir yere yerleşen bu efsaneyi bir kez daha izlemek boynunuzun borcu olsun !
                                                                                                           KAYNAK:http://www.sinemakulubu.com

1 yorum: