4 Ocak 2014 Cumartesi

Seven Psychopaths (2012) Yedi Psikopat

Tiyatrodan sinemaya geçişini fevkalade In Bruges ile taçlandıran Martin McDonagh, özellikle senaryo yazımı konusunda ne menem yetenekleri olduğunu bize göstermişti. Her daim ödüllere boğulmuş tiyatro oyunları yazan birinin bu denli kusursuz bir senaryo kotarması gayet normal gibi gözükse de In Bruges’de ‘melankolik olma’ haliyle açıklayamayacağımız farklı bir hava söz konusuydu. Ele aldığı şehri, filmin başrolü konumuna yerleştiren McDonagh, diğer üç karakterini o kadar iyi işliyordu ki, o güne kadar hep kaşlarıyla konuştuğumuz Colin Farrell‘ın ağlamasına kıyamaz duruma geliyorduk.  Şaka bir yana, bu çok olumlu bir referanstı.
Martin McDonagh’ın haklı olarak çok beklenenler listesine eklenen ikinci uzun metrajı Seven Psychopaths, ilk filminde kullandığı elementlerin yerinde durduğu ancak dışarıdan bakıldığında görece daha büyük bir film. Burada büyüklüğü kadro genişliğini, hikâyenin alengirliğini ve mekân kullanımındaki çeşitliliği tanımlamak için kullanıyoruz elbette. Zira Seven Psychopaths, genelinde büyük bir eğlence vaat etse de kaçınılmaz olarak In Bruges ile karşılaştırılacak bir kendine güven gösterisi.
1İşleri ellerine yüzlerine bulaştıran arkadaş grubu klişesini, köpek kaçırma hadisesinin sarpa sarması durumuna yediren film, alışılageldik İngiliz komedisi geleneğinden Colin Farrell’ın oynadığı kafası karışık alkolik senarist Marty ile sıyrılıyor. Zihnini bir süredir bulandıran ancak bir türlü başlayamadığı yeni senaryosunda yedi psikopat karakter üzerinden bir hikaye inşa etmek isteyen Marty, bu konuda yakın arkadaşı Billy’den (Sam Rockwell) yardım istiyor.  Billy, geçimini çaldığı köpekler karşılığında fidye isteyerek sağlayan, işin profesyoneli Hans (Christopher Walken) sayesinde de başarısını taçlandıran, normal sayılamayacak bir insan. Anormalliği ise sadece köpek işiyle bağlantılı değil. Marty’e senaryosu konusunda yardım ettiği her an çevreleri garip karakterler ve onların hiç de mantıklı olmayan davranış biçimleriyle doluyor. Bunlardan en önemlisi de kaçırılan köpeğini çok seven gangster Charlie (Woody Harrelson)…
Filmin ilk yarısında suç komedisini öncüllerinden ‘daha iyi’ bir şekilde peliküle aktaran  McDonagh’ın, karakterlerin filmin gidişatı içerisinde hangi noktalara evrileceği konusunda yarattığı ciddi bir merak duygusu var. Marty’nin dinlediği anlatılar ve yazdığı hikâyelerin içinde varolması mümkün görünen ana karakterlerimiz hakkında almaya çalıştığımız ipuçları, bizi filmin bir parçası haline getiriyor. Yaşadığı olaylar çerçevesinde ilham kaynakları sürekli değişebilen bir senaristle başbaşa olduğunuzda neyin ne zaman geleceği ve kimin kim olduğu soruları da tavan yapmış oluyor haliyle. Bu noktada belirtilmesi gereken şey ise bütün bu merak uyandıran şeylerin cevaplarını vakit kaybetmeden almanız. Çünkü McDonagh, filmini bu tip bir gizem karmaşasıyla değil de neler olacağını baştan söyleyen, henüz üçte birinde finalini size açık eden bir yapıda kurgulamış. Kendine güven meselesi de tam da bu noktada devreye giriyor.
Bu tip filmlerde kadın karakterlerin kullanımı konusunda verilen alışılageldik tepkileri ezberlediği her halinden belli olan  McDonagh’ın, kahramanın, kurbanın ya da kötü adamın yanında olduğu farketmeksizin işlevsiz bir şekilde ‘öldürülmeye hazır’ kadınlar hakkında söyledikleriyle, filminde olanlar, farkındalık yaratma konusunda ciddi bir işlev sahibiler. Bu durumu Hans’ın Marty’e yazdıkları konusunda sunduğu ‘senaryondaki kadın karakterler tek boyutlu’ fikrinden bağımsız olarak düşünmek doğru olmaz. Bu tip bir senaryo hamlesinin McDonagh’ı olası eleştirilerden kurtardığını net olarak görebiliriz. Tabi ki bu sadece bir örnek. Seven Psychopaths’ın Hollywoodvari bir final çatışmasıyla çölde bitecek olmasının ya da çölde biteceği konusunda tüm ayarlamaları yapacağının baştan kulağımıza fısıldanması gibi.
2Başlangıcında yarattığı duyguları ilerlediği her anda yavaş yavaş ‘yani?’ sorusuna bırakan filmin, en büyük falsosu Martin McDonagh’ın birçok konuda ‘daha fazla…’ olma isteği gibi görünüyor. Bu işin daha iddialı olduğu ortada ama neden koca bir ikinci yarı sadece gevezelik yapılan bir çölde geçmek zorunda olsun?  Destansı Amish psikopat ve diğer parçalar geleneksel alacakaranlık hikâyesi kanalından ayrılıp etkileyiciliklerini neden kaybetsinler? Bütün şovu çalan Sam Rockwell’in Billy’si neden gitgide insiyatif kaybeden bir karaktere dönüşsün? Bu ve buna benzer ‘neden’ konseptli soruların tamamen kişisel bir istekle bağlantılı olduğu gerçeği yüzümüze tokat gibi çarpsa da ‘biraz daha iddiasızlık daha büyük verim doğurabilirmiş’ düşüncesinden kurtulmamız da imkansız.
Daha ağır basan olumlu yanlarıyla Seven Psychopaths, geçen yılın en zekice işlerinden biri.  Martin McDonagh bir gömlek aşağı inmiş olabilir ancak yeni gömlek öncesinde de keyif kaçırmıyor. Biraz ütü yeterli olacaktır. Buharını eksik etmeden tabi…

                                                                                                      KAYNAK:http://www.sinemakulubu.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder