8 Ocak 2014 Çarşamba

The Grey (2011) - Gri Kurt

Şimdiye dek sinema tarihi, sayısız “hayatta kalma mücadelesi” içerikli yapıma sahne oldu. Issız bir adaya düşenlerden tutun da, tırmandıkları dağ üzerinde, başlarına gelen bir kaza yüzünden ölümle günler boyu yüzyüze kalanlara, düşen uçaklarından bir şekilde sağ olarak çıkmayı başarıp, hiçliğin orta yerinde, zor koşullar içerisinde medeniyete, yani hayatta kalabilecekleri güvenli bölgeye ulaşmaya gayret eden kazazedelere kadar nice “ölümden kaçıyoruz” diye sızlanıp duran karakterlere kadar çokça örnek.
2000’ lerin başlarında vizyona giren Flight of the Phoenix’ de aynı şekilde, hayatta kalmaya çalışan zavallı insanları anlatıyordu. Çölün orta yerinde, en yakın yerleşim merkezinden belki de yüzlerce kilometre uzakta, düştükleri uçağın çevresinde konuçlanmış, her biri diğerinden orijinal karakterler. Flight of the Phoenix, Miranda Otto gibi kalifiye oyunculardan oluşmuş bir ekip ile hayatta kalma çabasının getirdiği doğal korkunun yerine, yaşadıkları bu kriz durumunu daha çok bir macera olarak resmetmişti. Heyecandan yerinizde duramaz halde iken bir an da kendinizi gülerken, hadi olmadı, en azından kıkırdarken bulabiliyordunuz. Belki uzun yıllar unutulmayacak bir klasik değildi ama size güzel vakit geçirtmeyi başaran, ortalamanın üstünde bir yapımdı.
Bu yazımızın, eleştirimizin konusu ise 2011’ in son aylarında Amerika’ da gösterime giren The Grey. Türkiye’ deki sinema takipçileri olarak bizler ise The Grey’ i, Gri Kurt adıyla geçtiğimiz günlerde izleme şansı bulduk. Dünya çapında büyük ses getiren işler (Titanic, Star Wars, Avatar, The Lord of the Rings The Movie Trilogy) haricinde, pek çok sinema filminin ülkemize aylar sonra gelip, vizyona girmesi ile ilgili bir yakınma seansına dahil olmamaya çalışarak, The Grey hakkındaki fikirlerimi orta yere dökmeye başlıyorum.
Her şeyden önce, elimden geldiği kadarı ile dürüst davranacağım dipnotunu düşmek istiyorum. İstiyorum, çünkü The Grey, bizim için Gri Kurt adlı yapım pek çok artısının yanı sıra, bir o kadar da eksiye sahip. Birkaç dakika boyunca kendinizi bu “çok dramatik” gelişmelere gözlerinizi dört açmış bir şekilde kaptırmışken, hemen ardından ise günlük işleriniz, sorunlarınız ve benzeri konularda düşünürken bulmanız oldukça olası. Film ekibinin, hatta yapım ile bağlantılı her bir kişinin muazzam bir iş çıkartmış olduğunu gözardı edebilirsiniz. Şahsen ben hiç istemesem de kendimi bu durumda buluverdim. Sebebi de, The Grey’ in başlangıcından kapanış jeneriğine kadar teknik anlamda kusursuzluğa yakın bir noktada seyretmesi. Lakin iş hikayenin nasıl işlendiğine, daha doğrusu senaryonun detaylarına gelice de bu takdir dolu düşünceleriniz yerle yeksan olabiliyor. Bunun da tek bir gerekçesi var, o da senaristlerden biri olan Ian MacKenzie Jeffers’ ın (ki diğeri de filmin yönetmeninden başkası değil) bu her anı gerilim dolu, trajik yaşantıyı bir türlü ayarında anlatamaması. Siz filmin kahramanlarının başına neler gelecek diye endişeden tırnaklarınızı kemirmeye başlamış iken, senaryo yazarları sağolsun, insan aklının, mantığının kolay kolay kabul etmeyeceği bir gelişmeyle ilginizi bir an da kaybedebiliyorsunuz.
Nedenlerine ve örneklere daha sonra detaylıca değineceğimi de ekleyerek, The Grey’ in tam olarak ne olup, ne olmadığına dair şahsi fikirlerime geçiyorum hemen.
Aslında The Grey’ in çok kaliteli, uzun yıllar boyu üzerinde konuşulup, tür ile ilgili bir muabbete giriş yaptığınızda, hemen örnek olarak gösterilebilecek bir potansiyele sahip olduğunu açıkça itiraf etmem gerekiyor. Peki neden bu potansiyeli olmadık sebepler, daha doğrusu tercihler yüzünden heba ettiğini düşünecek olursak, bu sorunun cevabının pek de zor olmadığını hemen fark edebiliriz. The Grey, türün ve benzer örneklerinin çok güçlü bir temsilcisi olamıyor, olmak istemiyor çünkü baştan sonuna kadar gişe kaygısı ile hayata geçirilmiş. Genel, ortalama seyirci kitlesini sıkıldıkları için kaçmasınlar, hasılatımız kat be kat daha fazla olsun diye düşünen yapım ekibi ellerindeki sayısız fırsata adeta sırtlarını dönmeyi tercih etmiş.
Öncüllerinin yaptığı gibi, ilk olarak ana kahramanımız olan Ottway (Liam Neeson) ile tanışıyoruz. Kendisi emeklilik günlerini belli şirketlerin personeli vahşi doğa içerisinde çalışmak zorunda kaldığında, yabani hayatın tehlikelerinden, misal kurt sürüleri gibi, onları koruyor, hayatta kalmalarını sağlıyor. Bunu da oldukça insancıl bir yöntemle gerçekleştiriyor. O hayvanları öldürerek!
Daha sonra Ottway’ i petrol işçilerinin yol üzerindeki bir mekanda içki içip, eğlenirken, bir yandan da birbirleri ile dalaşırken ki hallerine tanık olurken görüyoruz. Yanında tüfeği ile gezen güvenlikten sorumlu karakterimizin canının epeyce sıkkın olduğunu fark ediyoruz. Ottway bulunduğu mekandan dışarı çıkıyor, başka bir yere doğru yürüyor. Daha sonra diz çöküp, hayatını kazanmasını sağlayan silahını kendi ağzına dayıyor. Bir intihar vakasına tanık olacağız derken, Ottway bir an da bu işten vazgeçiyor. Bu arada sık sık kullanılan (film boyunca da kullanılmaya devam edilen) kesmeler ile kahramanımızı bir masanın başında, dertli bir halde bir mektup yazarken görüyoruz. Mektubun muhatabı ise hakkında çok fazla bilgimiz olmayan güzel bir kadın.
Nihayetinde Ottway ile koruyacağı işçi grubu yola çıkıyor, uçaklarına biniyorlar. Ottway elindeki mektubu evirip çeviriyor, düşüncelere dalıyor. Münasebetsiz bir ekip üyesi uçağın düşmesi halinde neler yapıp, neler yapmamak gerektiği hakkında espiriler yapmaya başlıyor. Tüm ekip üyeleri yani uçağın yolcuları bu espirilere sert bir karşılık veriyor. Ottway uykuya dalıyor. Kimliği belirsiz güzel bayanı yine görüyor, onun yanında huzurlu bir şekilde yatıyor. Ani bir sarsıntı ile bu güzel düşten uyanıyor. Herkes kendini kaybetmiş bir halde çığlık çığlığa haykırırken, kemerini sıkıca bağlıyor ve olabileceklere karşı kendini güvenceye alıyor. Beklenen oluyor, yolcu uçağı hiçliğin tam ortasında karaya çakılıyor. Bembeyaz. Her yer, tüm perde bembeyaz bir ışığın içinde kayboluyor. Ottway gözlerini açıyor ve korkunç manzara ile karşı karşıya kalıyor.
Kaza sonucunda kendisi gibi hayatta kalan işçi ekibinden birileri var mı diye enkazı araştırıyor. Neticede kendisi de dahil olmak üzere yedi kişi ile birlikte yaşadıkları şoku atlatmaya gayret ediyor. Göz alabildiğinebeyazlara bürünmüş olan tabiat ana, hayatta kalanlara bu durumun fazla uzun sürmeyeceğini hatırlatıp duruyor. Sınırlı içecek, çok az gıda maddesi ve bir süre yanmaya devam edecek, ısıtma görevini üstlenmiş öteberi. Çok kısa bir süre sonrasında bu soğuk ölüm tarlasında yalnız başlarına olmadıklarını görüyorlar. Vahşi kurtlar çevrelerini sarıyor. Bir şekilde uzaklaştırılıyor bu tehditkar canlılar. Yine geri döneceklerini bildikleri için uçak enkazından çıkıp, ormana doğru yürümeye başlıyor kazazedeler. Kurt sürüsü de peşlerinde. Büyük kovalamaca başlıyor, ekibimizdekilerin sayısı hızla azalmaya başlıyor.
Liam Neeson’ ın oyunculuğunu tekrar kanıtladığı The Grey, her biri farklı telden çalan filmin karakterlerini canlandıran aktörler sayesinde ayaklarını sağlam basıyor kar ve buzla kaplı hikayede. Kendisinden bekleneceği gibi izleyicilerini her an tetikte tutmayı başarırken, görüntü yönetmeninin çıkardığı başarılı işin de yardımı ile masalsı bir havada ilerliyor, ancak trajedik, sonu iyi bitmeyecek masallardan biri olarak.
İki saat boyunca iniş ve çıkışlarla bir yandan hayatta kalan ve kalmaya çalışan ekip üyeleri hakkında detaylıca bilgiye boğuluyoruz. Tek bir repliklebile o ana kadar bize yabancı olan bir üye için kendimizi üzülür halde buluyoruz. Her an ölebilecekleri için de onlara karşı empati beslemeye başlıyoruz. Malum bu yaşadıkları, çoğu insanın, “benim başıma gelmez böyle şeyler” diyerek geçiştirdiği ama farklı şekillerde de olsun gerçekleşebilen tatsız gerçeklerden bir tanesi. Böylece müzik seçimi, ses kurgusunun sizi bu yaşananların içine çeken, akıllıca tasarlanışı, işlenişi, görsel olarak senaryoyu en iyi şekilde destekleyen detaylar, ışık oyunları, bir bilgisayar oyunundaymış gibi hissetmenizi sağlayan kamera oyunları ve daha nice olumlu başlık da görevini başarı ile yerine getirmiş oluyor.
Bu kadar fazla artı varken, The Grey’ in anlatımını tamamladığıi noktada sizi tatmin etmeyen tarafına gelirsek..
Filmin her bir tarafı için ciddi bir emek harcandığını rededmeyiz, zira daha ilk dakikasından bile belli ediyor bu yanını. İyi oyunculuk, teknik anlamda harika işçilik, kolay kolay düşmek bilmeyen tansiyon, sizi her an gerilmiş olarak sabit tutan doğa’nın kendisi… Hepsi de A kalite, yerli yerinde.
Ne zaman ki işin içine mantığı sokuyorsunuz, işte o anda The Grey sizin için boşa sıkılmış bir kurşun halini alıyor. Nihayetinde bu bir film, bir oyun, kandırmaca deseniz de, kör göze parmak halindeki absürtlükler bitmek bilmiyor. Normal şartlarda insanlara pek fazla yakınlaşmadığı, doğal olarak da saldırmadığı bilinen kurtlar her gözüktüğü sahnede birer iblise dönüşüyorlar. Tek bir amaçları var, o da hayatta kalanları yaşadıkları için pişman etmek. Kurtların doğası ve karakterleri hakkındaki gerçekleri bir yana bıraktınız diyelim. Bu sefer de filmin size sunduğu kurt figürü yine hikayeden kopmanıza sebep oluyor. Evet, belki kurtlar gerçekten de vahşi hayvanlar, onlar yaban içinde hayatta kalmaya çalışan birer avcı. Bu avcıların ne kadar ürkütücü bir görünüme sahip olabildiklerini de yalanlayamayız.Bu kadar ciddi ve gerçekçi olma iddiası taşıyan bir filmde, doğanın en güçlü temsilcilerinin birer mutasyona uğramış yaratıklar olarak teşrif etmeleri nedir peki? Bir sürünün sahip olabileceği zekanın çok üstünde davranmaları, inanılmaz stratejik planlar yapmalarına ne diyebilirsiniz? En üzücü olan noktaysa sürünün başında olan lider kurtun, diğer adı ile Alfa’ nın (güçlü ve baskın olan) bir kurt adam romanından dışarı kaçmış haline, tasvirine maruz bırakılmış olmamız.
Vahşi hayvanlar içinde, hatta yüz yıllar önce evcilleştirilmiş köpeklerde dahi var olan Alfa karakterli canlıların, size aptalmışsınız gibi tanıtılması başlı başına bir eksi. Yaşamları için korkunç bir deneyim yaşarken debelenen insanların birer çocuk gibi davranması da bir başka eksi. Korku ve büyük bir histeri içindeyken bile kaç kişi sadece sesini duydukları ama göremedikleri bir nehire ulaşmak için dipsiz bir uçurumdan atlamayı düşünür? Üstelik de genişliği ile göz korkutan uçurumun karşı yakasındaki ağaçların üzerine atlamayı? Bunu da nereden çıktığı belli olmayan, sayıca da fazla kazak, gömlek gibi giyecekleri birbirine bağlayarak, bir tür köprü sayesinde gerçekleştirmek?
Eksi 40’ ları bulan bir soğukta, buz gibi bir nehirde dakikalarca, üzerinizde sadece bir kazak varken boğuşmak, hiç bir şey olmamış gibi nehirden çıkmak ve yürümeye devam etmek? Şok geçirmeniz gerekirken sadece yüzünüzün asılması nasıl geliyor kulağa? Filmin, kazazedelerin içindeki Alfa’ nın her türlü ölümcül etmen karşısında pek az hırpalanması artık en klişe Hollywood filmlerinde bile kullanılmaz olmadı mı artık? Diğerleri durmak bilmeden devam eden şiddetli kar fırtınasında kar-körlüğü yaşayıp ne yöne adım atacaklarını bile seçemezken, siz başrolde olduğunuz için bir dozer gibi ilerlemeye devam etseniz, nasıl geliyor kulağınıza? Soğuk ısırığı yüzünden yanınızdaki kişilerin ciltleri morarırken, suratlarında yaralar açılmışken filmin protaginisti olduğunuzdan sizin yüzünüzde sadece minicik izler oluşsa, hangi masala hapsedildim ben diye bağırmak istemez misiniz?
Her filmin bir yumuşak karnı olur, mantığa aykırı gelen, hatta “yok artık, bu kadarına da pes” dedirten sahneler sunar size. Çok ciddi bir durum hikayesinde ise bu ve benzeri “uçmuşluklar” ın yer alması tek bir işe yarar, o da çalışmanızın zarar görüp, değerini kaybetmesine.
Son dönemin iyi sayılabilecek ve ünlü oyuncuların da yer aldığı, Smokin’ Aces, Pride and Glory, A – Team (yeniden yapımı) gibi işler çıkarmış olan Joe Carnahan’ ın bir yönetmen olarak, elinden geleni yaptığı belli olan bir filminde bu derece abartılı, gerçekle en ufak bir yakınlığı olmayan örnekler ile dolu bir senaryoya katkıda bulunması, üstüne de bunu birebir kameraya alması tek kelimeyle üzücü.
Eğer bitmek bilmeyen “bu kadarı da olamaz”lar benim için sorun değil derseniz eğer, ilk dakikasından kapanışına kadar iyi ‘”çekilmiş” bir film var karşınızda. Hikayesinin sizi esir alabileceği, atmosferinin tekinsizliği yüzünden gerilmenizi garantileyen, iyi oyunculuk nasıl olur’ un iyi bir örneği olan “mantıktan nasibini almamış” The Grey  sizi bekliyor.
Küçük bir not. Hikayenin tam manası ile nasıl bir sonuca ulaştığını öğrenmek istiyorsanız, filmin kapanış jeneriği akarken yerinizden kalkmayın. Jeneriğin bitiminde sizi memnun edebilecek, ek bir sahne sizi bekliyor olacak.

                                                                                                                     KAYNAK:http://www.sinemakulubu.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder